Uyeyne b. Hısn Hz. Peygamber döneminde yaşamış Fezâre kabilesinin lideridir. Esas adı Huzeyfe b. Hısn b. Huzeyfe b. Bedr. b. Amr’dır. Ancak çocukken geçirdiği bir yüz felçi sebebiyle gözlerinin ...aldığı şekil nedeniyle Uyeyne diye isimlendirilmiştir. Künyesi Ebû Malik olan Uyeyne’nin ataları da kendisi gibi kabilesinin reisliğini yapmış kabilesinin birliklerini komuta etmiş kişilerden oluşmaktadır. Bu nedenle rivayetlerden atalarını dile getirmekten ve onlar ile övünmekten hoşlandığı anlaşılmaktadır. Kur’an’ı Kerim’in bir çok yerinde atıflar bulunan Arap Bedevîlerinin zihin dünyasını anlamamız açısından Uyeyne’nin hayatını dikkate almamız önem arz etmektedir. Tipik bir Câhiliye Arap bedevisinin tüm karakteristik özelliklerini taşıyan Uyeyne b. Hısn’ın İslam ve Hz. Peygamber ile olan serüvenine bakılırsa o dönemde Arap Yarımadasında yaşayan bedevilerin İslamlaşma serüvenini anlamammızı kolaylaştıracaktır.
Hendek savaşında Medine’yi kuşatan müşrik ordusu içerisinde yer alan Uyeyne b. Hısn, kendisine Hz. Peygamber tarafından Medine’nin yıllık hurma mahsülünün üçte biri teklif edilmesine rağmen Ensar ileri gelenlerinin buna itirazı sebebiyle Hz. Peygamber bu teklifinden vazgeçmiştir. Gâbe baskınını düzenleyerek Zer b. Ebû Zer’I öldürüp Hz. Peygambere ait sağmal develeri kaçırmıştır. Mekke Fethi ve Huneyn Savaşı’na katılan Uyeyne, Hz. Peygamber tarafından teslim olmaları için Tâif Kalesine gönderilen kişidir. İsmi Müellefe-i Kulûb arasında yer alan Uyeyne daha sonra müslüman olması sebebiyle hem kabilesinin zekât amili olarak görevlendirilmiş hem de kendi isteği üzerine zekât vermeyi reddeden Benû Anber üzerine gönderilen seriyyeyi komuta etmiştir.
Ridde hareketleri sırasında sırf kabile asabiyeti sebebiyle Tulayha b. Huveylid’e yardım etmişse de esir alınıp Medine’ye getirildikten sonra Hz. Ebû Bekir tarafından canı bağışlanmıştır. Rivayetlerden Hz. Ömer’in kendisinden hoşlanmadığı anlaşılan Uyeyne’nin aynı zamanda damadı olan Hz. Osman döneminde hayatı son bulmuştur. Hayatı gelgitlerle dolu olmasına rağmen Uyeyne kaynaklarda Mekke Fethi sonrasında müslüman olan sahabîler arasında anılmıştır.
‘Uyayna b. Hisn is the leader of the Fazâra tribe that lived in the time of the Prophet Mohammed. His main name is Huzeyfe b. Hisn b. Huzeyfe b. Bedr. b. Amr. However, due to facial paralysis, he suffered as a child, he was called Uyeyne because of the shape his eyes took. The ancestors of Uyeyna, whose tag is Abu Malik, are the people who commanded the troops of his tribe, who, like him, headed his tribe. For this reason, it is understood from the rumours that he liked to express his ancestors and to boast about them. In order to understand the mental world of Arab Bedouins which are referred to in many parts of the Quran, it is important to take into account the life of ‘Uyayna. Considering ‘Uyayna’s adventure with Islam and Prophet Muhammad, which has all the characteristics of a typical Jahiliyya Arab Bedouin, will help us to understand the islamization adventure of the Bedouins living in the Arabian Peninsula at that time.
‘Uyeyne, who was in the army of the polytheists that sieged Madina in the battle of the Khandak, was offered one third of the annual date harvest of Medina by Prophet Muhammad, but as the Companions expressed a different opinion on this issue, Prophet Muhammad abandoned this offer. Organizing the Gabe raid, He killed Zer b. Abu Zer and kidnapped the camels belonging to the Prophet Muhammed. ‘Uyayna, who participated in the conquest of Mecca and Hunayn battle, is the person sent by Prophet Muhammad to the Taif castle to capitulate. ‘Uyayna, whose name was mentioned in the Mu’allafa kulubuhum, was appointed as the zakat collecter of his tribe because he became Muslim later on, and also commanded the seriyya sent to Benu Anber, who refused to give zakat at his own request.
Even though he supported Tulayha b. Khuwaylid during the Ridda movements just because of the tribal irritation, he was donated by Abu Bakr after he was taken prisoner and brought to Madina. His life ended in the period of ‘Uthman b. ‘Affan, who was also the son-in-law of Uyeyne. According to the narrations it is understood that ‘Umar b. al-Khattab did not like him. Although his life was full of tides, Uyeyne was mentioned among the companions who became muslim after the Conquest of Mecca.
Hâcib sözlükte birinin bir yere girmesine engel olma mânâsına gelirken terim anlamı olarak halifenin yanına bir kimsenin izinsiz girmesine engel olan kimse anlamına gelmektedir. Müslüman devletlerde ...bu mânâda kullanılmış olup günümüzde özel kalem müdürlüğüne denk bir yapıya sahiptir. Ancak Endülüs Emevî Devleti’nde hâcib kelimesinin kapsadığı alan değişerek başvezir anlamında kullanılmıştır. Endülüs Emevî Devleti 138/756-422/1031 yılları arasında hüküm sürmüş olup tarihte iz bırakan devletlerden biridir. Endülüs Emevî Devleti’nin idarî yapısında emîr/halifeden sonra gelmekte olan hâcib, o yıllarda doğuda hüküm süren Abbâsî Devleti’nin vezirlik sisteminden örnek alınarak oluşturulmuştur. Oradaki tefvîz vezirliğine denk gelmekte olup günümüzde ise başbakan mesabesinde bir kurum haline gelmiştir. Endülüs Emevî Devleti’nin kurulduğu ilk tarihten itibaren baktığımızda hâcibin var olduğu görülmektedir. Devletin kurucusu Abdurrahman b. Muâviye’nin emirliği süresince beş tane hâcib atamış olduğu bilinmektedir. Ancak bu dönemde hâciblik görevi henüz kurumsallaşmamış olup hâcibin vazifesi netleştirilmemiştir. Emîr II. Abdurrahman döneminde ise devletin idarî yapısı oluşturularak hâciblik bu dönemde kurumsal bir yapıya kavuşmuştur. Vezirlere başkanlık etmek, toplantıları yönetmek, vezirler ile halife arasında iletişimi sağlamak gibi başlıca görevlere sahip olan hâcib önemli bir konuma sahip olmuştur. Kimi zaman bu mevkiye gelebilmek için vezirler yarışmıştır. Genellikle vezirler arasından seçilse de bazı durumlarda başka konumlardan kişilerin atandığı da olmuştur. Hâcibin görev yetkilerinin geniş olması bazı durumlarda tehlike arz etmesine de sebep olmuştur. Öyle ki Emîr Abdullah b. Muhammed, iki hâcibini de azlederek hâciblik mevkini bir süre boş bırakmıştır. Yine halife III. Abdurrahman hâcibleri Bedr b. Ahmed ve Mûsâ b. Muhammed b. Hudayr’ın vefat etmesiyle birlikte bir daha hâcib olarak kimseyi tayin etmemiştir. Dolayısıyla bu mevki halifeliğinin sonuna kadar yaklaşık otuz yıl boyunca boş kalmıştır. Yine hâcibin yetkisinin geniş olması bazı durumlarda halifenin de arka planda kalmasına neden olmuştur. Kaynaklar da Âmirîler dönemi olarak da adlandırılan dönemde hâcib İbn Ebû Âmir ve oğlulları hâciblik vazifesine sahip olmuşlar ve bu da yaklaşık otuz yıl sürmüştür. Halife II. Hişâm’ın henüz çocuk yaşta tahta geçmiş olması Âmirîler’in halifenin yetkilerini onun adına kullanmasına sebep olmuştur. Halifelik unvanı hariç adeta halife gibi davranmışlardır. Hâcib olarak seçilen kişilerde birtakım özellikler bulunmaktadır. İlk olarak bu göreve her zaman tek kişi getirilmiş olup aynı anda iki kişi görevlendirilmemiştir. Buna rağmen vezirlerin sayısı ise hep birden fazla olmuştur. Yine hâcibler çoğu zaman mevâlî ailelerden seçilmiştir. Bu mevâlî aileler Benû Ümeyye ailesinin azatlı köleleri olup Endülüs’ün fethi esnasında veya daha sonra buraya yerleşen ailelerden oluşmaktadır. Benû Muğîs, Benû Abde, Benû Şüheyd ve Benû Hudayr gibi aileler bilinen en meşhur mevâlî ailelerdendir. Bu aileler ayrıca hâciblikten başka idarî görevlere de atanmışlardır. Yine neseb olarak mevâlîden sonra araplar çoğunlukta olmak üzere Berberî ve Saklebîlerden de hâcib tayin edilenler olmuştur. Hâciblerde çoğunlukla babadan oğula geçmiş bir sistem de olduğu söylenebilir. Örneğin Abdülvâhid b. Muğîs’den sonra oğulları Abdülmelik ve Abdülkerîm hâcib olarak atanmışlardır. Yine Âmirî ailesi de aynı şekilde olup İbn Ebû Âmir’den sonra oğulları Abdülmelik ve Abdurrahman bu göreve getirilmişlerdir. Bu çalışmamızda Endülüs Emevî Devleti’nde önemli bir yer tutan hâciblik kurumunu aydınlatmaya çalıştık. Oldukça geniş yetkilere sahip olan bu kurum devlette etkin bir konuma sahip olmuştur. Çalışmamızda ayrıca bu dönemde hâciblik görevine atananları da tespit ederek her birinden kısaca söz ettik. Bu çalışma ile Endülüs Emevî Devleti’nin idarî yapısını bir parça aydınlatmayı amaçladık.
While Hâjib means to prevent someone from entering a place in the dictionary, the term means someone who prevents someone from entering the presence of the caliph without permission. It has been used in this sense in Muslim states and today it has a structure equivalent to the directorate of the private pen. However, in the Umayyad State of Andalusia, the area covered by the word hajib was changed and used in the sense of chief vizier. The Andalusian Umayyad State ruled between 756-1031 and is one of the states that left a mark in history. Hajib, who came after the emir/caliph in the administrative structure of the Andalusian Umayyad State, was formed by taking the example of the vizier system of the Abbâsîd State, which ruled in the east in those years. It coincides with the vizierate of tawfiz there, and today it has become an institution in the rank of prime minister. When we look at the first date of the establishment of the Andalusian Umayyad State, it is seen that the hacib existed. It is known that Abdurrahman b. Muaviye, the founder of the state, appointed five Hajibs during his emirate. However, in this period, the duty of the hacib was not yet institutionalized and the duty of the hajib was not clarified. During the reign of Emir II. Abdurrahman, the administrative structure of the state was created and the concept of hajib gained an institutional structure in this period. Hajib, who had the main duties of presiding the viziers, managing the meetings, providing communication between the viziers and the caliph, had an important position. Sometimes the viziers competed to reach this position. Generally, the hajib was chosen from among the viziers, but in some cases, people from other positions were appointed. The fact that the duty powers of the hajib were wide also caused it to pose a danger in some cases. So much so that Emîr Abdullah b. Muhammad dismissed both of his hajibs and left the position of hajib vacant for a while. Again, Caliph III. Abdurrahman did not appoint anyone as a hajib again after the death of his hajibs, Badr b. Ahmed and Musa b. Muhammad b. Hudayr. Therefore, this post remained vacant for about thirty years until the end of his caliphate. Again, the wide authority of the hajib caused the caliph to remain in the background in some cases. In the period also known as the Âmirî period in the sources, hajib Ibn Ebû Âmir and his sons had the duty of hajib and this lasted for about thirty years. Caliph II. Hisham's accession to the throne at a young age caused the Âmirîs to use the caliph's powers on his behalf. Except for the title of caliphate, they behaved almost like caliphs. The people chosen as Hajib also have some characteristics. First of all, only one person has always been appointed to this task, and not two people have been appointed at the same time. Despite this, the number of viziers has always been more than one. Again, the hajibs were often chosen from the mawâli families. These mawali families are the freed slaves of the Benu Umayye family and consist of families that settled here during or after the conquest of Andalusia. Families such as Benû Muğîs, Benû Abde, Benû Şüheyd and Benû Hudayr are among the most famous mawâli families. These families were also appointed to administrative duties other than the hajib. Again, in terms of lineage, after the mawâlî, there were those who were appointed as hajib from the Berber and Saklebis, with the Arabs being the majority. It can be said that there was a system mostly passed down from father to son in the Hajibs. For example, after Abdulvahid b. Muğîs, his sons Abdülmelik and Abdülkerîm were appointed as hajib. Again, the Amiri family was in the same way, and after Ibn Abu Amir, his sons Abdulmelik and Abdurrahman were appointed to this position. In this study, we tried to illuminate the institution of hajib, which had an important place in the Andalusian Umayyad State. This institution, which has quite wide powers, has had an active position in the state. In our study, we also identified those who were appointed to the duty of hajib in this period and briefly talked about each of them. With this study, we aimed to illuminate the administrative structure of the Andalusian Umayyad State.
İslam tarihinde önemli bir yere sahip olan Abbasiler dönemi, halifelerinin yaşantıları ile de dikkat çekmektedir. Dönemin ilk halifesi unvanına sahip olan Ebü’l Abbâs es-Seffâh cömert olması, yaptığı ...işlerde kararlı bir tavır sergilemesi, sıkıntılara ve haksızlıklara rağmen vazifesine karşı daima riayetkâr olması ile tanınmaktadır. Genel olarak İslam tarihi kaynakları onun kan akıtma konusunda istekli oluşunu, hâkimiyetini sağlam temellere oturtana kadar oldukça kan akıttığından bahsetmektedirler. Fakat bu özelliğinin yanı sıra arkadaşlarına karşı mütevazı oluşu, onlarla gece sohbetleri yapması ve sosyal ilişkilerinde insanlara karşı içten olmasıyla da dikkat çekmektedir. Ebü’l Abbâs es-Seffâh’tan sonra tahta geçen Ebû Ca’fer el-Mansûr oldukça tecrübeli, helal ve harama çok dikkat eden, azimli ve zeki bir kişidir. Siyaset yaparken ciddi, ülkesi uğruna gerektiği zaman acımasız olabilen bir hükümdardır. Ebû Ca’fer el-Mansûr lüzumsuz işlere meyletmez, sistemli bir şekilde hareket ederdi. Tüm bunların yanı sıra tarih kaynaklarında onun cimri oluşu çok fazla dile getirilmiştir. Bu özelliğinden dolayı ona Ebû’d-Devânik unvanı verilmiştir. Görkemli bir hükümdarlığa sahip olmasına rağmen zühd hayatı yaşamıştır. En keskin olduğu noktalardan birisi ise içki olmuştur. İlk dönem Abbâsî halifeleri arasında içki içmediğine dair net bilgiler yer alan tek halife Ebû Ca’fer el-Mansûr’dur. Halife Mansûr bu iyi özelliklerine tezat oluşturacak acımasızlıklara da imza atmıştır. Saltanatını sağlamlaştırmak için binlerce Müslüman’ı öldürmüştür. Bu davranış şekli Ehl-i beyt nesline karşı da geçerli olmuştur.
Ebû Ca’fer el-Mansûr’dan sonra hilafet makamına geçen Muhammed el-Mehdî babasına nazaran daha mülayim ve her konuda daha yumuşak huyluydu. Mehdî’nin halk nezdinde sevilen bir kişi olduğu kaynaklarda geçmektedir. Bunun asıl sebebi ise onun sevimli, insanlara eziyet vermeyen, sabırlı ve samimi bir karakter yapısının olmasıdır. Mehdî, dinî hayatına özen gösterdiği gibi hadis ilmine ve hadis ehline karşı özel bir ilgi ve saygı göstermiştir. Musa el-Hâdî’nin halifelik döneminde ise kişiliğinden kaynaklı taşkınlıkların olduğu görülmektedir. İçki ve eğlenmeyi çok sevmesi bunların yanında pervasız ve hükümdarlık görevini yerine getirme konusunda ki liyakatsizliğiyle ön plana çıkmıştır. Fakat tüm bunların yanı sıra bazı kaynaklar onun hükümdarlık işlerinden anladığını, tecrübeli ve adalet sahibi olduğundan bahsetmektedir.
Halife Harun er-Reşîd’in dönemi görkemi ile kendisinden asırlar boyu söz ettirecek kadar meşhur bir dönem olmuştur. Kendisi insanlar tarafından yumuşak huylu, güçlü, saygın olmasıyla övülen bir zattır. O dönemde insanlar arasında en çok gaza eden ve hacca giden kişidir. Lüks bir hayatta yetişmesine rağmen Kur’ân ve sünnete bağlılığı ile bilinmektedir. Dönemi her türlü bilim ve bilgi açısından, imaret, nüfus yönünden oldukça zengindi. Harun er-Reşîd’den sonra tahta geçen oğlu Emîn’in keyfine düşkün, halifeliğe yakışmayan tedbirsizlikleri bulunan bir kişiliğe sahip olduğu kaynaklarda geçmektedir. O namazı az kılması ve içki içmesiyle itham edilmiştir. Emîn yeteneklere ve meziyetlere sahip birisiydi. Zulüm ve şiddetleri ile tanınan ilk Abbâsî halifelerinden uzaktı. Anlaşılmaktadır ki Emîn’in sağlam bir zihniyeti vardı fakat idarecilik kabiliyetinin kendisinde bulunmuyordu. Emîn’den sonra Me’mûn hükümdar olarak tahta geçmiştir. Me’mûn son derece zeki, olgun, otoritesi iyiydi. O özellikle affa meyyal oluşu ile tanınmaktadır. Onun döneminde en dikkat çekici durum bilim ve bilgiye verdiği kıymet olmuştur. Me’mûn ilime değer verdiği gibi fıkıhta, Arap dilinde ve tarihle ilgili olaylarda oldukça mahirdi. Felsefe ve antik Yunan ilimlerine merak sardı ve bunlarda maharet kazandı. Kendinden sonra bir müddet daha devam edecek olan mihne yani Kur’ân’ın yaratılmış olması fikrinin başını çekmiştir.
İlk dönem Abbâsî halifeleri arasında gücü ile ön plana çıkan halife Mu’tasım olmuştur. O, güzel ahlaklı, cesaretli ve yardımsever bir halifeydi. Özel hayatında tutumlu olsa da ülke adına ve askeri harcamalar konusunda oldukça eli açıktı. Heybetli olduğu bilinen Mu’tasım ileri görüşlü, cesur ve iyi eğitim görmüş bir askerdi. Fiziksel gücünün farkında olan Mu’tasım bu özelliği ile gurur duymakla beraber kızdığında öldürmekten imtina etmeyen biriydi. Onun dönemine bakıldığı zaman kaynaklarda olumsuz söylemlerle bulunmamaktadır. Yalnızca Me’mûn’un din hakkındaki görüşlerini takip etmiş Halku’l-Kur’ân konusunda dayatmacı bir politika uygulamıştır. İlk dönem Abbâsî halifelerinin sonuncusu olan Vâsık kaynaklarda zarif, yumuşak huylu, cömert ve şair bir zat olarak geçmektedir. İyi siyaset yapması ile bilinir ve birçok işinde Me’mûn gibi hareket etmiştir. Fakir halka her zaman yardım eli uzatmıştır. Onun döneminde Mekke ve Medine’de hiç dilenci kalmadığı bilinmektedir. Vâsık’ta amcasının ve babasının yolundan giderek Halku’l-Kur’ân konusunda insanları imtihan etmeyi sürdürmüştür.
The Abbasid period which has great importance in the history of Islam stands out especially with the lives of the Caliphs. The first Caliph of this period, Abu’l Abbâs as-Saffâh was known to be a generous, determined man and an officer loyal to his duty under every circumstance. In general, Islamic historical sources also mention his willingness to shed blood, that he shed a lot of blood until he established his dominance. But in addition to this feature, he also draws attention with his humility towards his friends, having long and deep talks with them and being sincere towards people in social life encounters. Abû Ca’fer al- Mansûr who is the successor of Saffâh was a very experienced, determined, and intelligent person who paid great attention to halal and haram. He was very serious in politics and a cruel man when it was needed for the sake of his country. Mansûr did not spend his time on unnecessary deeds and always acted systematically. After all these positive aspects, we also see that historical sources mention him being a stingy person. Because of this feature of him, he was referred to as Abû’d Dawânik. Even though he ruled a great dynasty, he still lived a very simple life. Alcohol was one of his red lines. Among the early period Abbasid Caliphs, he is the only one who’s known to be completely away from consuming alcohol. Of course, he performed cruelties that shadowed his good features. He killed thousands of Muslims to strengthen his dynasty.
The next Caliph, Muhammad al-Mahdî, the son of Mansûr was a tender and gentle person. It is mentioned in the sources that Mahdi was a popular person among the people. The reason for this is that he did not cause problems to people nor he put heavy tasks on them, he was patient and sincere. Mahdî was a religious person who especially had a taste for the discipline of hadith and showed great respect to hadith scholars. When we come to Musa al-Hâdî’s caliphate, it is seen that there was exuberance due to his personality. His love of drinking and entertainment came to the fore with his recklessness and lack of competence to fulfill his duties as a ruler. However, in addition to all these, some sources mention that he had a good command of the ruling and that he was experienced and just.
The period of the caliph Harun ar-Rashîd had been a great era that has been mentioned for centuries for its glory. He was a person who was thought to be gentle, strong, and respectable by people. During his time, he was among the people that went to war and hajj the most. Even though he was born and raised in a luxurious lifestyle, he is known for his commitment to the Qur’an and sunnah. His reign was fairly rich in terms of all kinds of science and knowledge, and population. His son Emîn who was his successor on the other hand is known to be a man of pleasure and unworthy of the caliphate. He was accused of drinking alcohol and neglecting daily prayers. Emîn was a man of craft and far from the early Abbasid caliphs who were known for their cruelties and violence. It is understood that Emîn was a sophisticated man, but he lacked the talent of the ruling. After Emîn, Me’mûn took over the throne. He was highly intelligent, mature, and authoritative. His reputation is mostly based on his tendency to forgive. The most striking situation in his time was the value he gave to science and knowledge. Besides the importance he put in science, Me’mûn is known to be quite skillful in fiqh, the Arabic language, and history. He grew an interest in philosophy and other ancient Greek disciplines over time and gained a good knowledge of them. He also pioneered the idea that the Qur’an was created.
Among the early period Abbasid Caliphs, Mu’tasım was the caliph who came to the fore with his power. He was a brave, benevolent, and good-natured caliph. Although he was very conservative with his expenses, he did not hesitate to spend big money on the country’s military endeavors. Known to be imposing, Mu’tasım was a forward-thinking, brave, and well-trained soldier. Being aware of his physical strength, Mu’tasım was proud of this feature but did not refrain from killing when he got angry. When the historical sources are examined, one cannot find negative claims about him. He only followed Me’mûn’s views on religion and applied and imposing policy on the issue of whether the Qur’an was created. Vâsık, the last of the first Abbasid caliphs, is mentioned as an elegant, mild-mannered, generous, and poet person in the sources. He is known for his good politics and acted like Me’mûn in many of his actions. Always helping out the poor and needy, during his time it is said that there were no beggars in Mecca and Madinah. Wâsık, following his father and uncle, kept forcing people to accept the creation of the Qur’an.
Bu makalenin temel amacı, İslam'ın Arakan'a nasıl geldiğini açıklamaktır. Makalenin kaleme alınmasında en önemli etkeni Türkiye’de Arakan'daki İslam hakkında ciddi oranda hissedilen literatür ...eksikliğidir. Makalenin giriş kısmında Arakan'a İslam'ın girmenin yanı sıra, Arakan'ın İslam öncesi tarihi ne olduğu ve insanların nasıl islamı yavaş yavaş seçtikleri üzerinde durulacaktır. Arakan tarihi konusunda tarihçiler M.Ö. 2666'da 1. Arakan krallığından bahsetmektedirler. Gün geçtikçe bu bölgenin bazı krallıkların altında varlığını sürdürdüğünü bildirirler. Ancak Arap Yarımadasında İslam'ın yayılışından sonra, Güney-Asya bölgesinde, Arakan'da olduğu gibi, ilk olarak deniz ticaret yoluyla ve ikinci olarak da Hint alt kıtasında İslam’ın yayılmasıyla bölge Müslümanlar tarafından genişleme alanı olarak görülmüştür. Bunun sonıucu olarak da daha sonraki yüzyılarda Arakan Müslümanların hakim olduğu bir bölge haline gelmiştir. Fakat son yüzyılarda Müslümanlar hem otoritelerini hemde bölgedeki İslam’ın kazanımlarını yitirdiler.
Bu makalede, Ebû İsmail Muhammed b. Abdullah el-Ezdî’ye ait olan Fütûhu’ş-Şâm adlı eser incelenecektir. II./VIII. yüzyılın son çeyreğinde yaşamış olan Ebû İsmail Muhammed b. Abdullah el-Ezdî, ...Muhammed b. İshak, Ebû Mihnef ve Seyf b. Ömer ile aynı tabakaya mensup Arap bir tarihçidir. Fütûhu’ş-Şâm Bilâdü’ş-Şâm’ın Müslümanlar tarafından fethini konu edinen en eski Arap ve İslam kaynaklarından biridir. Fütûhu’ş-Şâm Şam bölgesinin fethiyle alakalı pek çok ayrıntı sunarken Hz. Ebû Bekir ve komutanları, Hz. Ömer ve komutanları arasında yapılan birçok yazışmayı da muhafaza etmektedir. Bu nedenle Hülefâ-yı Râşidîn dönemine ait başka kaynaklarda bulamayacağımız yazışmaları barındırması açısından eşsiz bir kaynak olma özelliği taşır. Ayrıca el-Ezdî’nin eserinde yer verdiği bilgilerde dini veya siyasi tarafgirlik görülmemektedir. Birçok müellifin el-Ezdî’nin kitabı ile aynı isimle kitap yazmış olmasına rağmen bu eserlerin birçoğu elimize ulaşmamıştır. Ayrıca el-Ezdî’nin eserinde yer verdiği rivayetlerin çoğunun Şam bölgesinin fethinde yer almış insanlardan gelen rivayetlerdir. Bunun nedeni kendi kabilesi olan Ezd kabilesinin Şam’ın fethine katılmış olması veya katılan diğer gruplarla ilişkili olmaları sebebiyle el-Ezdî’ye ulaşmış bilgilerdir.
In this paper, Abu Ismail Muhammad ibn Abd Allah al-Azdi and His Book Futuh al-Sham are analysed, who lived in the last quarter of the 2nd/8th century with Muhammad ibn Ishak, Abu Mihnaf and Sayf b. Omar, is Arab historian. Futuh al-Sham, which features the conquest of Levant by Muslims, is one of the oldest Arab and Islamic sources. Besides providing many details about the conquest of Levant, Futuh al-Sham involves a series of correspondence between Abu Bakr and his commanders and between Omar and his commanders. For this reason, it is a unique source in terms of involving correspondence that cannot be found in other sources belonging to the period of Four Caliphates. Furthermore, there is no religious or political bias in the information al-Azdi provides in his work. Although many authors wrote books with the same name as al-Azdi’s book, most of these works have not reached the present age. In addition, most of the rumors that al-Azdi included in his work are the rumours spread by people who took part in the conquest of Levant. The reason for this is fact that his own tribe, called the Azd tribe, participated in the conquest of Damascus or his tribe’s relation to the other tribes in conquest.
Bu makalede, Ebû İsmail Muhammed b. Abdullah el-Ezdî’ye ait olan Fütûhu’ş-Şâm adlı eser incelenecektir. II./VIII. yüzyılın son çeyreğinde yaşamış olan Ebû İsmail Muhammed b. Abdullah el-Ezdî, ...Muhammed b. İshak, Ebû Mihnef ve Seyf b. Ömer ile aynı tabakaya mensup Arap bir tarihçidir. Fütûhu’ş-Şâm Bilâdü’ş-Şâm’ın Müslümanlar tarafından fethini konu edinen en eski Arap ve İslam kaynaklarından biridir. Fütûhu’ş-Şâm Şam bölgesinin fethiyle alakalı pek çok ayrıntı sunarken Hz. Ebû Bekir ve komutanları, Hz. Ömer ve komutanları arasında yapılan birçok yazışmayı da muhafaza etmektedir. Bu nedenle Hülefâ-yı Râşidîn dönemine ait başka kaynaklarda bulamayacağımız yazışmaları barındırması açısından eşsiz bir kaynak olma özelliği taşır. Ayrıca el-Ezdî’nin eserinde yer verdiği bilgilerde dini veya siyasi tarafgirlik görülmemektedir. Birçok müellifin el-Ezdî’nin kitabı ile aynı isimle kitap yazmış olmasına rağmen bu eserlerin birçoğu elimize ulaşmamıştır. Ayrıca el-Ezdî’nin eserinde yer verdiği rivayetlerin çoğunun Şam bölgesinin fethinde yer almış insanlardan gelen rivayetlerdir. Bunun nedeni kendi kabilesi olan Ezd kabilesinin Şam’ın fethine katılmış olması veya katılan diğer gruplarla ilişkili olmaları sebebiyle el-Ezdî’ye ulaşmış bilgilerdir.
Risalet dönemine damga vuran olaylardan biri olan Bedir Savaşı, Müslümanların galibiyetiyle sonuçlanmış, Müslümanların güç kazanması açısından önemli bir fonksiyon üstlenmiştir. Bedir Savaşı’nda ...Müslümanlar karşısında büyük bir hezimete uğrayan Mekkeli müşrikler, lider kadrosunun neredeyse tamamını kaybetmiştir. Genel kabul gören rivayetlere göre; müşrikler Bedir’de yetmiş ölü yetmiş esir vermişlerdir. Kaynaklarda esir sayısı yetmiş, yetmiş dört, yetmişten fazla olarak geçmektedir. Yetmiş sayısı kesretten kinaye olarak kullanılabileceği gibi, mevcut esir sayısının yuvarlanarak yaklaşık bir rakamla ifade edilmesi de söz konusu olabilir. Kaynaklarda verilen esir listeleri bir arada değerlendirildiğinde ve listelerde yer almasa da rivayetlerden hareketle esir olduğu anlaşılan kimseler de eklendiğinde, esir alınan yetmiş bir kişiye ulaşılmıştır. Bedir Savaşı’nda alınan esirlerin sonraki dönem olaylarında olumlu/olumsuz etkin roller üstlendikleri görülmektedir. Bu bağlamda Bedir esirlerinin incelenmesi, Bedir sonrası gelişmelerin anlaşılmasını kolaylaştırması açısından da önem arz etmektedir. Araştırmamızda, esirlerin iki taraf arasındaki ilişkilerde nasıl rol aldıkları incelenerek İslam’a ve Müslümanlara yönelik sergiledikleri tutumun ortaya konması amaçlanmıştır. Gösterilen tutumda zamanla değişmeler de olmuştur. Çalışmamızda, İslam’ın ilk dönemlerinde olumsuz tavır sergileyen bazı esirlerin ilerleyen yıllarda tutumlarının değişmesinin nedenleri tespit edilmeye çalışılmış, İslam ve Müslümanlar karşısında saf tutan bu esirlerin İslam’a hizmette bulunup bulunmadıkları araştırılmıştır. Bedir Gazvesi ile ilgili pek çok araştırma olmakla birlikte, esirlerin durumunun ayrıntılı bir şekilde incelendiği ve haklarındaki bilgilerin derlendiği bir çalışmaya rastlanmamıştır. Yapılan bu araştırmanın, esirlerin üstlendiği fonksiyon bağlamında, Bedir Savaşı’ndan sonraki gelişmelerin anlaşılmasına katkı sağlaması umulmaktadır. Araştırmada esirler hakkında alınan karara değinilmiş, esirlerin serbest bırakılma durumlarından bahsedilmiş, serbest kalan esirlerin Bedir Savaşı’ndan sonra gösterdikleri tutum ve davranışları incelenmiştir. Müslüman olma durum ve zamanları dikkate alınarak, gösterdikleri tutumları ihtiva eden başlıklar açılmış ve hakkında bilgiye ulaştığımız her bir esire, ilgili başlık altında yer verilmiştir. Fidye hükmünden hariç tutularak, İslâm’a ve Müslümanlara yönelik haddi aşan düşmanlıkları ve fiilî eziyetleri nedeniyle ölümle cezalandırılan iki kişi haricinde esirlerin fidye ile serbest bırakılmalarına karar verilmiştir, fidye miktarları kişilerin mali imkânlarına göre farklılık göstermiştir. Ayrıca, verilen söz/teminat karşılığında serbest bırakılanlar olduğu gibi, fidye bedeli alınmadan serbest kalan esirler de olmuştur. Esirlerden birinin Kureyş’in esir aldığı bir Müslüman’la mübadele edilmek suretiyle serbest bırakıldığı görülmektedir. Okuma yazma öğretmeleri karşılığında esaretten kurtulan esirlerin isimlerine ulaşılamasa da, fidye imkânı olmayanlar için böyle bir seçenek ortaya konduğu bilinmektedir. Serbest kalan esirlerden, İslam aleyhine faaliyetlerde bulunarak şirk üzere ölenler olduğu gibi, Müslüman olarak İslam’a hizmet yolunda gayret sarf edenler de vardır. Esirlerin birçoğunun tutumunun ise Mekke’nin fethinden sonra müspet yönde değiştiği anlaşılmaktadır. Esirlerden dokuz kişinin şirk üzere öldüğü bilinmektedir. Yirmi dört kişi, farklı zamanlarda İslâm’ı kabul etmiştir. Bu rakam, esirlerin üçte birini oluşturmaktadır. Bu esirlerden dört kişi, esaretten kurtulmalarının akabinde İslâm’ı kabul etmişlerdir. Müslüman oldukları bilinen esirlerin yarısı, yani on iki kişi tulekâ grubundan, Mekke fethi ve sonrasında Müslüman olanlardandır. Diğer otuz sekiz esirin Müslüman olup olmadıklarına dair bir bilgiye ulaşılamamıştır; bu kişilerin genelini halîfler, mevlâlar ve toplumda önemli mevkisi olmayan kimseler oluşturduğundan dolayı, Bedir esirleri arasında isimlerinin geçmesi dışında pek çoğu hakkında bilgi bulunamamıştır.
Vikingler Ortaçağ tarihinde büyük bir rol oynamışlardır. VIII. yüzyılın sonlarında anavatanları İskandinavya’dan çıkan Vikingler tüm Avrupa’yı yağmalamaya ve yakıp yıkmaya başladılar. Vikinglerin ...yağma ve istilalarına İslam dünyası da maruz kalmıştır. Bu nedenle Endülüs üzerine Vikinglerin bir takım istila hareketlerinde bulundukları görmekteyiz. Nitekim Vikinglerin İslam dünyasına beş kez saldırı düzenlediklerini tespit edebildik. Bunların dört seferi Endülüs üzerine bir seferi Hazar Denizi ve çevresine yapılmıştır. İslam Tarih kaynaklarında Vikingler için Mecûs ve Rûs ifadelerinin kullanıldığını görmekteyiz. İki farklı kullanılışın sebebi Normanlar ile Varegler’i birbirinden ayırmak olmalıdır. Normanlar söz konusu edilirken Mecûs kullanılırken, Varegler’den bahsedilirken Rûs kullanıldığını görürüz. Bu makalede Vikinglerin İslam dünyasına düzenlemiş olduğu beş saldırının üzerinde durularak ayrıntılarla bahsedilecektir