Farklı bölgelerden Anadolu'ya yapılan göçlere sûfîler de iştirak etmiş ve bu coğrafyada meskûn olmayan mahaller dâhil olmak üzere tekkelerini kurmuşlardır. Bu tekkeler Anadolu'yu yurt edinmek üzere ...bu topraklarda seyahat eden ayende ve revendenin iaşe ve ibatesini temin etmiştir. Bu kapsamda tekke mutfağı, hayatın devamını sağlayan önemli bir maddi kültür unsurudur. Aynı zamanda tekke mutfağının, dervişlerin maneviyatının oluşmasında önemli bir yeri bulunmaktadır. Pek çok konuda Yesevî kültürünün izlerini taşıyan Anadolu tekke mutfağı, özellikle Mevlevîlik ve Bektaşîlik gibi tarikatlarda dervişlerin terbiyesi hususunda bir eğitim ocağı olarak kabul edilmiştir. Buna bağlı olarak tekke mutfağında bulunan bazı eşyanın ve yiyeceklerin sûfîlerin zihnindeki değerler sisteminin oluşmasına katkı sağladığı anlaşılmaktadır. Bu çerçevede Anadolu tekke mutfağında mukaddes kabul edilen birçok yiyeceğin ve eşyanın gerek Yesevî geleneğin düşünce sistemini, gerek bazı tekke uygulamalarını izah eden bir yönünün olduğu görülmektedir. Sofra ve sofra ile bağlantılı birçok unsur ve derviş çeyizi arasında önemli bir yeri olan Ahmed Yesevî ile ilgili halifelik nişanları, bu yapıyı destekleyen önemli hususlardandır.
Hurüfiyya emerged and developed in the religious-cultural environment of Khorasan. This philosophical thought system has spread in Anatolia, which has a rich ethnic structure and religious heritage. ...Hurüfism has left deep traces in the field of Ottoman culture and literature. The most prominent effect of this philosophical thought system has been seen in mystical circles. Therefore, this influence continued in the literary texts of the Bektashi path. Hurüfism accepts the holiness of letters and numbers. In this direction, it has made the principles of belief clear. This style essentially embodies the idea of Wahdat al- Wudjud. Just as human beings are at the center of the Wahdat al-Wudfud theory, there is also human in the centre of Hurüfiyya. The purpose of this thought is to bring the individual closer to the level of alInsan al-Kamil. Hurüfiyya was systematized by Fadl Allah Hurüfi. This system continued its influence in the Ottoman Empire until the 17th century. Except for those who went to extremes in defending this theory, the state did not seriously interfere with the Sufis who defended this idea. Divan of Bektashi Gul- Baba was the subject of this article in this context, because the thought of Hurüfiyya is very evident in the works of a Bektashi dervish Gul-Baba.
İhsan, bir eylem olarak “iyilik etmek” ve “yaptığı işi güzel yapmak itkân” şeklinde kısmen farklı iki anlamda kullanılmaktadır. Cibril hadisinin delaletiyle ihsan kelimesinin yüklendiği üçüncü anlam ...ise Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmektir. Bu son anlam, ahlâkî vurgusunun yanında bir taraftan insanın ibadette ihlaslı olması gereğine göndermede bulunmakta, diğer taraftan ise beşerî varlığın ontolojik ve epistemolojik derinliğine işaret etmektedir. Bu çerçevede ihsan ve onunla bağlantılı olan adalet, Allah’ın Esmâ-i Hüsnâ’sı içerisinde birer niteliktir. İslâm düşüncesinde, özellikle tasavvufî bağlamda bu düşünüşün özelliklerine uygun semantik ilişkiler ağı oluşturulmuştur. Terminoloji alanında otoritelerden biri olan Ebü’l-Bekâ el-Kefevî’nin (öl. 1095/1684) kavram şemasında adalet, ihsandan üstünken, Râgıb el-İsfahânî’nin şemasında adalet, ihsandan sonra gelmektedir. Ne var ki bu son şemada adalet ve ihsan kavramlarının sadece i‘tâ’ (verme) edimi üzerinden inşa edildiği, kavramının rü’yet ve Müşâhede bağlantısının devre dışı bırakıldığı anlaşılmaktadır. Tasavvuf düşüncesinin oluşturduğu kavram şemasında ise ihsan kavramı, adaletten sonra yerleştirilmiş ve Müşâhede, hayâ ve inzi‘âc gibi kavramlarla bağlantılı değerlendirilmiştir.
Taha Abdurrahman, Arap-İslâm dünyasının yaşayan önemli filozoflarından biridir. Eserlerinde bütüncül ve çok yönlü bir İslâmî metodoloji inşa eden Taha Abdurrahman, teo-politik yazıları ile “fizikî ve ...metafizik bütünlük içerisinde müzakereci bir siyasal iletişim modeli ve İslâmî bir medya teorisi” önermektedir. Bu makale, Taha Abdurrahman’ın bir yönüyle etik, diğer yönüyle teo-politik olan şehâdete dayalı iletişim ve medya teorisi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Taha Abdurrahman’a göre, beşerî iletişim, metafizik boyutu esas alan bir yapı olarak, bir yönüyle beşerî ve kolektif, diğer yönüyle, ilahî ve vicdanîdir. Referansları bakımından fizik ve metafizik bütünlüğü gerektiren ve Elest Bezmiʼne ulaşan bu iletişim ağı, Taha Abdurrahman’a göre salt istidlâlin ötesine geçmekte, böylece o, iletişim alanında istidlâl ve şehâdet kavramlarını dengeli biçimde istihdam etmek suretiyle yeni bir müzakere etiği, iletişim modeli ve İslâmî bir medya teorisi oluşturmaktadır. Son tahlilde bu teori, -vicdan, burhan ve sultan (iktidar) kavramlarının bütünlükçü bir anlayışla ele alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Böylece tüm beşerî ilişkilerin etik, estetik ve epistemolojik boyutta homojen bir yapı oluşturması öngörülmektedir.
Genel anlamda demokrasinin bir enstrümanı olan medya alanında ve -farklı versiyonları olmakla beraber- liberteryan teorisyenler tarafından geliştirilen müzakereci demokrasi kavramı ile ilgili birtakım iletişim teorilerinde dinî epistemolojinin etkisiz hâle getirildiği görülmektedir. Bu teorilerden biri, Taha Abdurrahman’ın, müzakeredeki kolektiflik özelliğine vurgusu nedeniyle inceleme ve mukayese konusu yaptığı Habermas’ın iletişim teorisidir. Aslında dine kayıtsızlık, Jürgen Habermasʼınki gibi demokrasinin müzakereci demokrasiye evirilmiş sivil liberteryan yorumlarında sıkça görülen bir durumdur. Oysaki müzakereci demokraside devlet dışı müzakere alanları, bir iletişim alanı olarak görülmekte, medya, sosyal medya araçları ve dernekler gibi unsurlar, devletin resmî müzakere organı parlamento ile benzer nitelikte, toplumsal iletişimin bir paydaşı olarak değerlendirilmektedir. Buna mukabil din olgusuna kayıtsız kalınması paradoksal bir durum oluşturmaktadır.
Taha Abdurrahman, İslâmî bir iletişim modeli ve medya teorisi kurmak için müzakere demokrasisinin önemli temsilcilerinden Jürgen Habermas’ın iletişimsel eylem teorisinden oldukça yararlanmış, fakat aynı zamanda bu teoriye yönelik ciddi eleştirilerde bulunmuştur. Abdurrahman’ın teorisine tasavvufî bir neşve katan nevâfil hadisi, Allah’a teslimiyet ve samimi bir taat ile bağlanmış olan kulun her an yanında Allah’ın inayet ve himayesini hissedeceğini ifade eden kudsî bir hadistir ve hadis daha çok tasavvuf çevrelerinde kabul görmektedir.
Taha Abdurrahman, İslâmî kümülatif bilgi dağarcığını referans almakta ve İslâm düşüncesinin tarihsel hafıza üzerinden üretimine çalışmaktadır. Ne var ki o, bu metodunda söz konusu birikime sadece kolektif ve beşerî uzlaşıya dayalı bir alan olarak bakmamaktadır. Aksine Taha Abdurrahman, insanın kendi derununda hatırasını taşıdığı metafizik hafızaya dayanmaktadır. Dolayısıyla da İslâm toplumunun bilgi üretimi ve iletişim süreçleri salt argümantasyona dayandırılamayacak şekilde vicdanî boyuta kuvvetli atıflar içeren şehâdet kavramıyla da ilgilidir. Taha Abdurrahmanʼın çalışmalarına yön veren en önemli hususlardan biri de dilsel bir paradigmaya dayanan Söz-Eylem Teorisidir. Abdurrahman bu teorisi ile pek çok yönden Batılı kaynakları referans almış olsa da Batıdakinden oldukça farklı bir pragmatik yaklaşım inşa etmektedir. Eserlerinde bütüncül ve çok yönlü bir İslâmî metodoloji inşa eden Taha Abdurrahman, iʼtimâniyye (ilahî sözleşme ve emanet paradigması) ve tedâvuliyye (pragmatik-söz-eylem kuramı) ekseninde bir düşünce dünyası oluşturmaktadır.
Taha Abdurrahman, tıpkı şehâdet kavramında olduğu gibi söz eylem teorisinin zeminini oluşturan bu epistemolojik alanı da iletişim modelinde bir enstrüman olarak kullanmaktadır. Bu epistemolojik alan, geleneksel şiir ve kelâmu’l-Arab şevâhidini içermenin yanı sıra, nahiv, belagat, sünnet-i nebeviyye alanlarını referans bilgi olarak görmekte, felsefe ve mantık gibi alanları ise transfer bilgi şeklinde içermektedir.
Taha Abderrahmane is one of the important philosophers alive today in the Arab-Islamic world. With his theo-political writings he suggested “a deliberative model of political communication and an Islamic media theory in a physical and metaphysical unity”, he constructed a holistic and versatile Islamic methodology in his works. This article focuses on Taha Abderrahmane’s theory -ethical in one aspect and theo-political in the other- of communication and media based on testimony. According to Taha Abderrahmane, human communication is human and collective in one aspect and divine and conscientious in the other as a structure based on metaphysical dimension. This communication network, which requires physical and metaphysical integrity in terms of its references and reaches bazm-i alast (pre-eternal covenant), goes beyond mere inference. Thus, he employs the concepts of inference and witnessing in a balanced way in the field of communication and thus he creates a new negotiation ethics, communication model and an Islamic media theory. In the final analysis, this theory emphasizes that the concepts of conscience, burhan and power should be handled with an integrative understanding. Thus, it is predicted that all human relations will form a homogeneous structure in ethical, aesthetic and epistemological dimensions.
In general, religious epistemology has been seen to be neutralized in the field of media as an instrument of democracy and in some communication theories about the concept of deliberative democracy developed by libertarian theorists. One of these theories is Habermas’s theory of communication, which Taha Abderrahmane made the subject of examination and comparison due to its emphasis on the collective nature of the negotiation. Indeed, indifference towards religion is a frequent occurrence in civil libertarian interpretations of democracy that have evolved into deliberative democracy, such as that of Jürgen Habermas. However, in deliberative democracy, non-state negotiation areas are seen as a communication field. In addition, elements such as media, social media tools and associations are considered as a stakeholder of social communication, similar to the parliament, which is the official negotiating body of the state. On the other hand, indifference to the phenomenon of religion creates a paradoxical situation.
To establish an Islamic communication model and media theory, Taha Abderrahmane has benefited greatly from Jürgen Habermas’s communicative action theory, one of the important representatives of negotiation democracy, but he also made serious criticism of this theory. The hadīth of qurb al-nawāfil, which adds a mystical aura to Taha Abderrahmane’s theory, is a holy hadīth, states that the servant, who is attached to Allah with submission and sincerity, will feel the grace and protection of Allah at any moment. This hadīth is mostly accepted in ṣūfī circles.
Taha Abderrahmane takes the Islamic knowledge base as a reference and works on the production of Islamic thought through historical memory. However, he did not regard this accumulation as a field based solely on collective and human consensus in this method. Rather, Taha Abderrahmane relied on the metaphysical memory in which man carried his memory in his own depth. Therefore, the knowledge production and communication processes of the Islamic society are also related to the concept of witnessing, which contains strong references to the conscientious dimension, which cannot be based solely on argumentation. One of the most important aspects guiding Taha Abderrahmane’s works is word-action theory, based on a linguistic paradigm. Although Abderrahmane has taken Western sources as reference in many ways with this theory, he constructs a pragmatic approach quite different from the Western one. He built a holistic and versatile Islamic methodology in his works. It constitutes a world of thought in the axis of i’timāniyya (divine contract and trust paradigm) and tadāwuliyya (pragmatic-word-action theory). Like the concept of witnessing, Taha Abderrahmane used this epistemological field, which forms the basis of the word-action theory, as an instrument in his communication model. This epistemological field includes the testimony of traditional Arabic poetry and literature and also accepted the fields of ʿilm al-naḥw, balāḡa and sunna as reference information. This epistemological field includes areas such as philosophy and logic as transfer knowledge.
Taha Abdurrahman, Arap-İslâm dünyasının yaşayan önemli filozoflarından biridir. Eserlerinde bütüncül ve çok yönlü bir İslâmî metodoloji inşa eden Taha Abdurrahman, teo-politik yazıları ile “fizikî ve ...metafizik bütünlük içerisinde müzakereci bir siyasal iletişim modeli ve İslâmî bir medya teorisi” önermektedir. Bu makale, Taha Abdurrahman’ın bir yönüyle etik, diğer yönüyle teo-politik olan şehâdete dayalı iletişim ve medya teorisi üzerinde yoğunlaşmaktadır. Taha Abdurrahman’a göre, beşerî iletişim, metafizik boyutu esas alan bir yapı olarak, bir yönüyle beşerî ve kolektif, diğer yönüyle, ilahî ve vicdanîdir. Referansları bakımından fizik ve metafizik bütünlüğü gerektiren ve Elest Bezmiʼne ulaşan bu iletişim ağı, Taha Abdurrahman’a göre salt istidlâlin ötesine geçmekte, böylece o, iletişim alanında istidlâl ve şehâdet kavramlarını dengeli biçimde istihdam etmek suretiyle yeni bir müzakere etiği, iletişim modeli ve İslâmî bir medya teorisi oluşturmaktadır. Son tahlilde bu teori, -vicdan, burhan ve sultan (iktidar) kavramlarının bütünlükçü bir anlayışla ele alınması gerektiğini vurgulamaktadır. Böylece tüm beşerî ilişkilerin etik, estetik ve epistemolojik boyutta homojen bir yapı oluşturması öngörülmektedir. Genel anlamda demokrasinin bir enstrümanı olan medya alanında ve -farklı versiyonları olmakla beraber- liberteryan teorisyenler tarafından geliştirilen müzakereci demokrasi kavramı ile ilgili birtakım iletişim teorilerinde dinî epistemolojinin etkisiz hâle getirildiği görülmektedir. Bu teorilerden biri, Taha Abdurrahman’ın, müzakeredeki kolektiflik özelliğine vurgusu nedeniyle inceleme ve mukayese konusu yaptığı Habermas’ın iletişim teorisidir. Aslında dine kayıtsızlık, Jürgen Habermasʼınki gibi demokrasinin müzakereci demokrasiye evirilmiş sivil liberteryan yorumlarında sıkça görülen bir durumdur. Oysaki müzakereci demokraside devlet dışı müzakere alanları, bir iletişim alanı olarak görülmekte, medya, sosyal medya araçları ve dernekler gibi unsurlar, devletin resmî müzakere organı parlamento ile benzer nitelikte, toplumsal iletişimin bir paydaşı olarak değerlendirilmektedir. Buna mukabil din olgusuna kayıtsız kalınması paradoksal bir durum oluşturmaktadır. Taha Abdurrahman, İslâmî bir iletişim modeli ve medya teorisi kurmak için müzakere demokrasisinin önemli temsilcilerinden Jürgen Habermas’ın iletişimsel eylem teorisinden oldukça yararlanmış, fakat aynı zamanda bu teoriye yönelik ciddi eleştirilerde bulunmuştur. Abdurrahman’ın teorisine tasavvufî bir neşve katan nevâfil hadisi, Allah’a teslimiyet ve samimi bir taat ile bağlanmış olan kulun her an yanında Allah’ın inayet ve himayesini hissedeceğini ifade eden kudsî bir hadistir ve hadis daha çok tasavvuf çevrelerinde kabul görmektedir. Taha Abdurrahman, İslâmî kümülatif bilgi dağarcığını referans almakta ve İslâm düşüncesinin tarihsel hafıza üzerinden üretimine çalışmaktadır. Ne var ki o, bu metodunda söz konusu birikime sadece kolektif ve beşerî uzlaşıya dayalı bir alan olarak bakmamaktadır. Aksine Taha Abdurrahman, insanın kendi derununda hatırasını taşıdığı metafizik hafızaya dayanmaktadır. Dolayısıyla da İslâm toplumunun bilgi üretimi ve iletişim süreçleri salt argümantasyona dayandırılamayacak şekilde vicdanî boyuta kuvvetli atıflar içeren şehâdet kavramıyla da ilgilidir. Taha Abdurrahmanʼın çalışmalarına yön veren en önemli hususlardan biri de dilsel bir paradigmaya dayanan Söz-Eylem Teorisidir. Abdurrahman bu teorisi ile pek çok yönden Batılı kaynakları referans almış olsa da Batıdakinden oldukça farklı bir pragmatik yaklaşım inşa etmektedir. Eserlerinde bütüncül ve çok yönlü bir İslâmî metodoloji inşa eden Taha Abdurrahman, iʼtimâniyye (ilahî sözleşme ve emanet paradigması) ve tedâvuliyye (pragmatik-söz-eylem kuramı) ekseninde bir düşünce dünyası oluşturmaktadır. Taha Abdurrahman, tıpkı şehâdet kavramında olduğu gibi söz eylem teorisinin zeminini oluşturan bu epistemolojik alanı da iletişim modelinde bir enstrüman olarak kullanmaktadır. Bu epistemolojik alan, geleneksel şiir ve kelâmu’l-Arab şevâhidini içermenin yanı sıra, nahiv, belagat, sünnet-i nebeviyye alanlarını referans bilgi olarak görmekte, felsefe ve mantık gibi alanları ise transfer bilgi şeklinde içermektedir.
Iḥsān is used in two somewhat different meanings as an act of "doing someone a favour" and "doing a good job ıtqān". The third meaning that the word ihsan is attributed with the signification of the ...hadith of D̲j̲abrāʾīl is "to worship as if seeing God". This last meaning has a moral emphasis. On the one hand, it refers to the necessity of a person to be sincere in worship, but on the other hand, it points to the ontological and epistemological depth of human existence. In this framework, iḥsān and the justice associated with it are qualities in al-Asmāʾ al-Ḥusnā of Allah. A network of semantic relations has been created in accordance with the codes of this thought in Islamic thought especially in the mystical context. In Abū al-Baqāʾ al-Kaffawī’s conceptual scheme, one of the authorities in the field of terminology, justice is superior to iḥsān. In Rāg̲h̲ib al-Iṣfahānī’s scheme, justice comes after iḥsān. However, in this last scheme, it can be seen that the concepts of justice and iḥsān are built only on the act of “obedience (giving).” It is understood that the ruʾyat Allāh and sh̲ahāda connection of the concept in question is disabled here. As for the concept scheme created by ṣūfī thought the concept of iḥsān has been placed after justice. On the other hand, the concept of mushāhadah has been evaluated in connection with concepts such as "hayā" and "inzi‘āc".
Sufis have participated in migrations to Anatolia from different regions. They have established their lodges including places that are not suitable for residence. These buildings have provided food ...and safe beds for those traveling to this area. For this reason, the lodge cuisine is an important material culture that provides life for the people. At the same time, the lodge cuisine has an important place in the formation spirituality of the dervishes. In many subjects, Anatolian lodge cuisine carries the traces of Yasawī culture. Especially in the sects like Mawlawiyya and Bektāshiyya, the kitchen is like an education quarry about the dressage of the dervishes. Accordingly, it is seen that some of the dishes and foods in the lodge cuisine have created a system of values in the minds of the dervishes. In this framework, it is seen that these foods and goods have a connection to explain the structure of the Yasawī tradition. An important aspect that supports this idea is the fact that some dervish dowries which found in some legends have some items associated with the tableware.Summary: The lodge cuisine is an important material culture that provides a continuation of life in the Anatolian lodges. At the same time, the lodge cuisine has an important position in the development spirituality of sūfīs. The Anatolian lodge cuisine carries traces of Yasawī cultures in many respects. It is accepted as an education centre for the development of the dervishes especially in some orders such as Mawlawīs and Bektāshiyya. Special attention has been paid to the kitchens in these lodges. So every part of meal is decorated with various ceremonies in these lodges.Table culture and consume halal food is also seen as important in the socialization of the person. In the lodges sheik helps dervishes to control their eating habits. Rituals related to the food and their consumption in lodges are explaining the infrastructure of the order. In this context, it is also important that certain items related to tableware in some orders be regarded as signs of caliphate. For instance, a cap, a cardigan and a banner which deserves the caliphate position are presented in Bektāshiyya. It is also important to present a sūfī, which is associated with direct food such as tableware and candlesticks.In Aḥmad al-Yasawī’s education system, customs and practices related to kitchen, tableware and food are important. Aḥmad al-Yasawī’s book Dīwān al-Ḥikma functions as a founding text of the mystic manners. In some Anatolian lodges, which are a continuation of Yasawī tradition, table meals and catering are considered as one of the most important parts of dervish rhetoric. According to this, a meal that is cooked as halal and clean is a very precious blessing sent by God. In this direction, sūfī is careful not to miss this measure at every step of his life, in his dwelling interior, retreats and ceremonies. According to Yasawī tradition, overeating is not right. It is important not to be excessive in this regard. When the dervish is in khalwat, he should be careful to feed. There is a ritual of khalwat in Yasawī tradition. They prepare their souls with fasting and dhikr for this challenging journey. The dervish who is still in Bektāshiyya has to pay attention to his feeding. He should only eat enough to perform his worship and dhikr. There is only one bowl of soup per day and barley bread in the first days in the Qādiriyya. Many of the practices and rituals associated with feeding in the lodges of Anatolia are similar to the practices of Aḥmad al-Yasawī. The dervish is fed as a soul and as a wisdom in the lodge table. So that his heart is a little closer to spiritual food.Similarly, in akhī tradition to prepare meals and to eat meals has been considered as a part of hospitality in Anatolia. In this context, books related to futuwwa which is the guide of the akhī, contains many of the menus related to the food. Not only in the lodges or the akhī zawiyas but also in the Janissary corps, the table is regarded as remembrance of Salmān al-Fārisī in Anatolia.In the Anatolian tekke structure, tableware is seen as a love affair and brotherhood parade bringing people together. Collective memory becomes evident in the kitchen centre. Thus a common space and a symbolic world of meaning are formed. In this way dervishes continue to live with their cultural accumulation ritually. Cauldron is a sign of charity and generosity in the Islamic tradition in the context of the symbolism of Khalīl Ibrāhīm’s sofa and the value of hospitality. In the same way, the boiler is a legendary figure of deep and complex expressions with different symbolic meanings extending to the ancient Turkish culture. The date is a symbolic and precious fruit in Anatolian lodges. From the other side date is an important food for human body. Date is mostly symbolizing of divine knowledge in epics and narrations. The divine knowledge is carried from one sūfī to another by date. The spiritual knowledge of the Prophet Muḥammad is symbolized by the date.It is accepted that bread and wheat are also given to people with a divine grace from heaven. Salt and bread are seen as an important food by the Anatolian people. On the other hand, salt and bread are perceived as holy foods that humanity are endowed with as a divine grace. It is understood that these foods find themselves in complete coherence with complement each other in lodge literature and on the other hand it is the indispensable element of tables.
Öz: Farklı bölgelerden Anadolu’ya yapılan göçlere sûfîler de iştirak etmiş ve bu coğrafyada meskûn olmayan mahaller dâhil olmak üzere tekkelerini kurmuşlardır. Bu tekkeler Anadolu’yu yurt edinmek ...üzere bu topraklarda seyahat eden ayende ve revendenin iaşe ve ibatesini temin etmiştir. Bu kapsamda tekke mutfağı, hayatın devamını sağlayan önemli bir maddi kültür unsurudur. Aynı zamanda tekke mutfağının, dervişlerin maneviyatının oluşmasında önemli bir yeri bulunmaktadır. Pek çok konuda Yesevî kültürünün izlerini taşıyan Anadolu tekke mutfağı, özellikle Mevlevîlik ve Bektaşîlik gibi tarikatlarda dervişlerin terbiyesi hususunda bir eğitim ocağı olarak kabul edilmiştir. Buna bağlı olarak tekke mutfağında bulunan bazı eşyanın ve yiyeceklerin sûfîlerin zihnindeki değerler sisteminin oluşmasına katkı sağladığı anlaşılmaktadır. Bu çerçevede Anadolu tekke mutfağında mukaddes kabul edilen birçok yiyeceğin ve eşyanın gerek Yesevî geleneğin düşünce sistemini, gerek bazı tekke uygulamalarını izah eden bir yönünün olduğu görülmektedir. Sofra ve sofra ile bağlantılı birçok unsur ve derviş çeyizi arasında önemli bir yeri olan Ahmed Yesevî ile ilgili halifelik nişanları, bu yapıyı destekleyen önemli hususlardandır. Özet: Tekke mutfağı, Anadolu tekkelerinde hayatın devamını sağlayan önemli bir maddi kültür unsurudur. Aynı zamanda tekke mutfağının, dervişlerin maneviyatının oluşmasında önemli bir yeri bulunmaktadır. Pek çok konuda Yesevî kültürünün izlerini taşıyan Anadolu tekke mutfağı, özellikle Mevlevîlik ve Bektaşîlik gibi tarikatlarda dervişlerin terbiyesi hususunda bir eğitim ocağı olarak kabul edilmiştir. Tekkede mutfağa özel bir önem atfedilmiş ve yemeğin her aşaması çeşitli merasimlerle bezenmiştir. Tekkelerde helal lokma anlayışı ve sofra kültürü, dervişin eğitimi ve sosyalleşmesi boyutunda önemli görülmektedir. Şeyh, dervişin yeme-içme alışkanlıklarını kontrol altına almasına yardımcı olacak tedbirler almaktadır. Tekkede pek çok yiyecek ve bunların tüketilmesiyle ilgili âdet, uygulama ve merasim, tarikatın altyapısını ve tarikata özgü terminolojiyi açıklayan birer simge olarak değerlendirilebilir. Bazı tarikatlarda sofra ile ilgili birtakım eşyanın halifelik nişanı olarak kabul edilmesi de bu çerçevede önemli hususlardan biridir. Örneğin Bektaşilikte halifelik makamına erişen dervişe tâc, hırka ve sancağın yanında sofra ve çerağ gibi doğrudan yemekle ilişkili olan emanetlerin verilmesi ilgi çekicidir. Yesevî gelenekte mutfak, sofra ve yemekle ilgili âdet ve uygulamaların, Ahmed Yesevî’nin eğitim sisteminde önemli bir yer işgal ettiğini göstermektedir. Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’i tasavvuf adabının kurucu bir metni olarak işlev görmektedir. Yesevî geleneğin bir devamı niteliğinde olan bazı Anadolu tarikatlarında sofra adabı ve misafire ikram, derviş terbiyesinin en önemli kısımlarından biri olarak kabul edilmiştir. Buna göre helâl ve temiz olarak pişirilen bir yemek, Allah tarafından gönderilen çok kıymetli bir nimettir. Bu doğrultuda derviş, yemesinde, içmesinde, zikir ve halvetinde, kısaca hayatının her aşamasında ölçüyü kaçırmamaya dikkat eder. Yesevîlik’te yemekte aşırıya kaçmamak, itidal ve riyazet gibi hususların yanında halvet, derviş eğitiminin en önemli kısımlarındandır. Bu düşüncede halvetin geleneksel hâle gelmiş bir adap ve merasimi vardır. Yeseviyye’de halvete girecek olan müritler, halvetten bir gün önce oruca başlamaktadırlar. Onlar, oruç, zikir ve tekbirlerle ruhlarını bu zorlu yolculuğa hazırlamaktadırlar. Bektaşîlik’te halvetteki salik yemesine içmesine dikkat eder, sadece ibadetini ve zikirlerini yapacak kadar yer. Kâdiriyye’de ise halvete giren kişi ilk günlerde günde bir tas çorba ve arpa ekmeği yer. Anadolu’daki farklı tekkelerdeki riyazet uygulamalarındaki birçok husus, Ahmed Yesevî’nin riyazet uygulamalarıyla benzerlik göstermektedir. Tekke sofrasında derviş, ruhen ve aklen beslenmekte böylece gönlü manevî gıdalarla marifete biraz daha yaklaşmaktadır. Ahî geleneğinde misafire ikramın bir parçası olarak sofra kurmak ve yemek yedirmek önemsenmiştir. Bu bağlamda Ahîliğin el kitabı olan fütüvvetnâmeler, yemekle bağlantılı pek çok menkıbeyi bünyesinde barındırmaktadır. Anadolu’da sadece tekkelerde ya da Ahî zaviyelerinde değil, Yeniçeri Ocağında da sofra, Selmân-ı Fârisî’nin bir emaneti olarak kutsal kabul edilmektedir. Anadolu tekke yapılanmasında sofra, insanları bir araya getiren bir muhabbet ve kardeşlik meclisi olarak görülmektedir. Mutfak mihverinde belirginleşen kolektif bellek, ortak bir mekân ve sembolik anlam dünyası oluşturarak geçmiş birikimi, yaşatılan ritüeller şeklinde canlı tutmaktadır. Kazan, Halil İbrahim sofrasının simgeselliği ve misafire ikramın değeri bağlamında İslâmî gelenek içinde âlicenaplık ve cömertliğin bir remzi olduğu kadar, eski Türk kültürüne uzanan ve pek çok sembolik anlamlar içeren derûnî ve karmaşık farklı temsili anlatımların menkıbevî bir figürüdür. Hadislerde besin değeri ve oruç gibi ibadetlerde kendisine atıfların yapıldığı bir meyve olarak hurma, tekke kültüründe bir yönden sembolik bir değer ifade eden bir unsur, diğer yönden önemli bir gıda olarak değerlendirilmiştir. Menkıbelerde çoğu defa marifete dair sembolik anlamlar taşıyan hurmanın, Muhammedî emanet, ledünni ilim ve marifet gibi hususları temsili olarak anlattığı anlaşılmaktadır. Ekmek ve buğdayın da cennetten ilahî bir lütufla insanlara verildiği kabul edilmektedir. Tuz ve ekmek, bir yönüyle halkın bunlara yüklediği değerle önemli bir besin olarak görülmekte, diğer yönüyle ilâhî bir lütuf sonucu insanlığa bahşedilmiş birer kutsal besin olarak algılanmaktadır. Bu gıdaların bir taraftan tekke edebiyatında birbirini tamamlar şekilde yer bulduğu ve diğer taraftan da sofraların vazgeçilmez unsuru olarak öne çıktığı görülmektedir. Yesevî gelenek derviş lokmasını, bir taraftan Halil İbrahim sofrasına atıfla sürekli bereketlenen bir unsur olarak görmekte, diğer taraftan kendisine özgü inşa ettiği temsili anlatım ile mutfakla ilgili olan ekmek, tuz, hurma kazan gibi bazı unsurları çeşitli menkıbe ve rivayetler üzerinden alegorik bir dile dâhil etmektedir. Nihayetinde bu unsurlar tarikat adap ve merasimlerinin de ayrılmaz bir parçası olarak öne çıkmaktadır.