Yanılgı olgusu, insanın bizzat kendi doǧası ve yaşadıǧı çevreyle doǧrudan ilişkilidir. İnsanın hangi durumlarda ve nasıl yanıldıǧını bilmesi onun yanılgılara düşmesine büyük ölçüde engel olacaktır. ...Bu nedenle dinlerin en önemli amaçlarından biri müntesiplerini dünya ve âhiret mutluluǧuna ulaştırmak, insanların içine düşebilecekleri yanılgıları önceden tespit ederek bunların sebeplerini ve çözüm yollarını ortaya koymaktır. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm dinleri temelde tevhid esasına dayalı ilâhi kaynaklı dinlerdir. Ancak Yahudilik ve Hıristiyanlık çeşitli sebeplerden dolayı tahrif edilmiş ve tevhid akidesinden çıkmıştır. Onların bu asli kaynaktan uzaklaşmalarının temel nedenlerinden biri birçok konuda yanılgı içine düşmeleri, bunda ısrarcı olmaları ve gerçekçi bir çözüm için gerekli çalışmalarda bulunmamalarıdır. Zira yanılgının sebepleri tespit edilmeden, çözüm yolları bulunmadan ortadan kaldırılması mümkün deǧildir. Çevresindeki varlıklarla iletişim ve etkileşim içinde olan insan bunlarla baǧlantılar kurar ve birtakım sonuçlara ulaşarak kararlar verir. Önceden edinilen bilgi ve tecrübelere dayanarak kurulan bu baǧlantılarda oluşacak bozukluklar, insanda yanılgılara sebep olabilir. Tanah ve İncil tahrif boyutları olan kutsal metinler oldukları için bu kaynaklarla kurulan baǧlantılar insanları yanılgılarından kurtarmak yerine bazı konularda yanlış inançlara sevk edebilmektedir. Ehl-i Kitab'ın en büyük ve diǧerlerine de kaynaklık eden temel yanılgıları kendilerini Allah'ın kulları deǧil de oǧulları, evlatlıǧı ve özellikle dostları olarak görmeleridir. Bu durum onları bazı emir ve yasaklardan muaf oldukları ve hesap gününde ayrıcalıklı muamele görecekleri, cennete sadece kendilerinin girebileceǧi veya cehennemde sayılı günler kalacakları gibi yanılgılara götürmüştür. Ne yazık ki onları böyle düşünmeye sevk eden nedenlerin başında tahrif ettikleri kutsal kitaplardaki kendileriyle ilgili ifadeler gelmektedir. Hâlbuki Kur'ân, cehennemde az bir süre azap görecekleriyle ilgili bu inançlarının bir yanılgı olduǧunu, gerçeǧin onların iddia ettikleri gibi olmadıǧını açık bir şekilde ortaya koymuştur. Hristiyan inancının en önemli meselelerinden birisi gerek Hristiyan dünyasında gerekse İslâm âleminde sürekli tartışma konusu olan teslis inancıdır. Hıristiyanların Hz. İsa'ya olan aşırı sevgileri, onları Hz. İsa'yı bir insan olmaktan çıkarıp, insanları asli günahtan kurtarmak için gönderilen tanrısal bir varlık olarak görmeleri gibi bir yanılgıya sürüklemiştir. Onların bu düşünceleri Kur'ân'ın birçok âyetinde reddedilmiş ve Hz. İsa'nın Allah'ın kulu ve elçisi olduǧu vurgulanmıştır. Ehl-i Kitab'ın diǧer önemli bir yanılgısı da Hz. İbrahim soyundan geldiklerini ileri sürerek seçilmişlik ve soy üstünlüǧünü ileri sürmeleri ve bu nedenle Hz. Peygamberin davetini kabul etmemeleridir. Çalışmamızda Ehl-i Kitab'ın dinlerini tahrif ederken içine düştükleri; Allah'ın sevgili kulları olduklarını düşünme, Allah'tan başkasına ilahlık atfetme, Allah'ın cömert olmadıǧını ve cennetin kendilerine ait olduǧunu söyleme gibi bazı temel yanılgıları Kur'ân ışıǧında ele aldık. Bu noktadan hareketle öncelikle Yahudi ve Hıristiyanların gerek dünya gerekse uhrevî felaketleriyle sonuçlanabilecek yanlış kararlar almasına yani yanılgıya düşmesine etki eden faktörlerin neler olduǧunu belirlemeye çalıştık. Devamında belirlediǧimiz bu faktörlerin insanın karar alma sürecinde ve iradi davranışlarını nasıl etkilediǧini inceledik. Son olarak da Ehl-i Kitab açısından Kur'ân'ın ele aldıǧı yanılgıları ve bu yanılgıları ortadan kaldırmak için sunduǧu çözüm yollarını tespit etmeye çalıştık. Çalışmamızın ana eksenini Kur'ân ve tefsir kaynakları oluştursa da psikoloji, sosyoloji ve ahlak gibi bilim dallarına ait kaynaklardan da faydalandık. Ne yazık ki Ehl-i Kitab'ın bütün delillere raǧmen tahrifatı kabul etmedikleri, onları yanılgılara sürükleyen gerek maddi gerekse nesep yönüyle üstünlük ve seçilmişlik duygusunun hâlâ devam ettiǧi, eski inanç ve davranışları üzere hareket ettikleri görülmektedir. Ayrıca geçmişte ve günümüzde bazı Müslümanların da bu yanılgılara sürüklenmesi konunun ne denli önemli olduǧunun bir göstergesidir.
Allah tarafından okunup, üzerinde düşünülmesi, anlaşılması ve yaşanması için gönderilen Kur'an, Müslümanlarca asırlardır bu amaçlara ulaşmak için eğitim ve öğretime konu edilmiştir. Hz. Peygamber ...zamanında Dâru'l-Erkam ve Suffe'deki faaliyetler bu eğitim faaliyetlerinin çekirdeğini teşkil etmektedir. Hz. Peygamber sonrası devirlerde de İslam'ın ilim ve öğrenme faaliyetlerini teşvik ettiğini iyi anlayan Müslümanlar gerek ferdî gerekse kurumsal anlamda bu faaliyetleri sürdürmüşlerdir. Dinin aile büyüklerine bir sorumluluk olarak yüklediği, çocukların eğitimi için kurulan mektep ve medreselerin tarihi, İslâm'ın ilk devirlerine kadar uzanmaktadır. Başta mektep ve medreseler ve bu isim içeriğine dâhil olan küttap, cami gibi eğitim kurumları, başlangıçtan itibaren dinî ilimler ve bunların başında da Kur'ân'ın öğretilmesine özel bir önem vermişlerdir. Yazı ve okuma faaliyetleri bile en başta Kur'ân'ın doğru okunması için düşünülmekte idi. Dinin bu birinci ve çok önemli kaynağının doğru okunması için yapılan eğitim faaliyetleri sadece bu kadarla sınırlı kalmamış, ezberlenmesi ve yorumlanması şeklinde yapılan eğitim faaliyetleri ile de devam etmiştir. Bu faaliyetler için de Dâru'l-Kurra denilen ve Kur'ân öğretiminin esas alındığı kurumlar ihdas edilmiştir. Hayat şartları değişmedikçe kültür ve geleneklerde de herhangi bir değişme olmayacağı varsayımından hareketle denilebilir ki, Hz. Peygamber devrinden itibaren Kur'ân öğretimi çok yaygın olarak, başta din görevlileri olmak üzere, bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi şeklinde amatör ve gönüllü faaliyetler halinde süregelmiştir. Osmanlı devletinde mahalle mekteplerinin açılması, Kur'ân öğretimi ve Malumat-ı Diniye derslerine ilaveten Türkçe okuma yazma öğretilmesi Tanzimat sonrasında görülen olaylardır. Son söz olarak denilebilir ki bir ülkede dindarlığın ölçüsü o ülkede düzgün Kur'ân okuyanların sayısıyla doğru orantılıdır. İslâm kültürü demek, Kur'ân kültürü demektir.
Yeni İlm-i Kelâm’a Alan Dışı Bir Katkı: Milaslı İsmail Hakkı’nın GörüşleriXIX. yüzyılın sonlarından itibaren, başta Kelâm olmak üzere İslâm düşüncesinin çeşitli alanlarında yenilik arayışlarına ...gidilmiştir. Kelâm ilminin metot ve içeriği hakkındaki tartışmalar bu ilmin yenilenmesindeki gerekliliği iyice belirginleştirmiştir. Batı dillerinden yapılan bazı tercümeler ve bu tercümeler paralelinde yazılan eserlerin İslâm’a zıt bilgiler içermesinin sonucu olarak, İslâm’ı yeniden ifade etmenin gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Bu amaçla yeni bir dil ve metot kullanmak ve bu alanda felsefenin imkânlarından istifade etmek kaçınılmaz olmuştur. Kelâm ilminin dine yöneltilen saldırıları püskürtülebilmesi için yeni felsefeden ve onun metotlarından istifade etmesi gerekli idi. Böylece öncülüğünü İzmirli İsmail Hakkı’nın yaptığı “Yeni İlm-i Kelâm” hareketi doğmuştur. Bu yaklaşımda Kelâm’ın konularına günümüz dünyasında tartışılan din-devlet ilişkileri, sekülerizm, insan hakları, kadın sorunu, ırkçılık, sömürgecilik, açlık, inanç ve düşünce hürriyeti gibi pek çok konu girmiştir. Kelâmın insan yorumuna dayanan bir ilim olması bu ilmin yorumunun donanım sahibi herkese açık olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda tabip olan Milaslı İsmail Hakkı’nın kendisinde bu cesareti bulması ve Anglikan Kilisesinin sorularına bir kitap yazarak cevap vermesi kayda değerdir. Onun eseri farklı yaklaşımlar göstermesi bakımından önemlidir. O, Klasik Kelâm kaynaklarını kullanmadan Kur’an merkezli bir yaklaşım sergilemiştir. İslâm’ın fıtriliği, iman-amel ilişkisi, farklı dinlere yaklaşım ve İslâm’ın ilme verdiği önem onun temel konularındandır. Özellikle ibadetlerin hikmetleri, psikolojik ve ahlaki boyutlarını incelemesi kayda değerdir.
Türk folklorunda geçiş dönemi uygulamalarından biri olarak da kabul edilebilecek olan hac ritüeli, yalnızca
orada bulunan bireylerin benzer hareketleri eşzamanlı biçimde icra etmeleri ile değil aynı ...zamanda çokuluslu
bir ritüel olması açısından da ayrıca bir anlam taşımaktadır. Ritüelin bu uluslararası niteliği sayesinde
köyünden çıkma olanağını daha önce yakalayamamış olan bireyler, köyün çok daha ötesinde bir topluluk olan
ulusun dışına çıkarak kendisi gibi olmayan insanlarla karşılaşır. Bu karşılaşma esnasında yürüttüğü gözlemlerle
topladığı malumatı zihninde işleyerek kendini keşfeder. İşleme süreci, hac ritüeli tamamlandıktan sonraki toplumsallaşma
süreçlerinde biçimi belirsiz olan anlatılar üzerinden gerçekleşmektedir. Sözü edilen biçimsizliğin
bir sonucu olarak bu ürünleri “söylem” olarak değerlendirmek mümkündür. Bu çalışmada Türklerin yabancılar
hakkında ürettiği söylemin temel içeriğine ulaşabilmek maksadıyla kaynak kişilerle görüşmeler yapılmış ve hac
anıları derlenerek bu anılardaki yabancılığa dair imajları biçimlendiren nitelikler, söylem analizi olarak adlandırılan
yöntemle çözümlenmiştir. Araştırma kapsamında verilerin toplandığı kaynak kişilerin sayısı sekizdir ve
tamamı Sivas’tan seçilmiştir. Belirlenen kişilerle yürütülen derinlemesine mülakatlar sonucunda hac anıları elde
edilip, bu anılardaki yabancılarla ilgili yargıları belirten bölümler değerlendirilmek üzere ayrılmıştır. Üretilen
söylemin analizinin sonucunda Türk hacıların yabancılara dair imgeleri üretirken namaz kılma ve Kuran okuma
gibi dinsel ritüellerin icra edilme biçimleri, gelenek içerisinde sünnet olarak adlandırılan Peygamber’in davranışlarına
sadakat, beslenme pratikleri, mahremiyet eşikleri gibi hususların belirleyici olduğu saptanmıştır. Bu
saptamalarda genel olarak yabancıların ideal olmayan niteliklerinin ön plana çıkartılarak betimlendiği tespit
edilmiştir. Yabancının olumsuz olarak değerlendirilebilecek konumunun anlatıyı üreten bireyin mensubu olduğu
toplumu dolaylı bir yüceltme şekli olduğuna kanaat getirilmiştir. Bunlara ek olarak kaynak kişiler, yabancıları
homojen bir kitle olarak düşünmemektedir. Karşılaştığı yabancı toplulukları kendi içinde basit sınıflandırmalara
tabi tutan kaynak kişilerin başta Endonezyalılar olmak üzere Uzak Doğulu Müslümanlara özel bir
sempati besledikleri saptanmıştır. Bazı gruplar hakkında ise daha olumsuz fikirlerin kalıplaşarak folklorda varlığını
sürdürdüğü görülmüştür. Olumlu niteliklerle belirginleşen yabancılar ile olumsuz niteliklerle anılan yabancılar,
söylemi üreten kitlenin kimlik bilinci söz konusu olduğunda aynı amaca hizmet etmektedir. Her iki
grup da nihayetinde söylemi üreten topluluğun değerlerinin farkına varmasına ve kendini tanımasına olanak
sağlar. Üretilen söylemin bazı açılardan toplumun kendine dönük öz eleştirel fikirlerin filizlenmesine de olanak
sağdığını söylemek mümkün görünmektedir. Nihayetinde dinsel bir gereklilik olarak icra edilen ve Türk folklorunda
önemli bir geçiş dönemi ritüeli olan haccın, Türk toplumunda ümmet bilincinin gelişmesine olanak
sağlamaktan daha çok ulusal bilincin keşfedilmesine katkı sağladığı söylenebilir. Keşfedilen ulusal kimliğe dair
bilinç, hac ritüeli esnasında gözlemlenen yabancılara dair fikirlerle canlı tutulmaktadır. Yabancılara dair imajların
söylemsel boyutta yeniden üretilmesi yoluyla ulusal kimliğe dair fikirlerin sürekliliğine katkı sağlanmaktadır.
There are many elements that constitute the system of Hodja Ahmed Yesevî philosophy. Among these elements, which we can categorize as human and religious, the religious side is formed by the Qur'an ...verses as well as The Hz. hadith of the Prophet (s.a.v.). It is possible to see that the hadiths have decisive influences in the couplets of Dîvân-i Hikmet. However, it is difficult to say that it has deep knowledge in this subsection regarding the use of hadiths. It is understood that the hadiths are used as inviters rather than traditioners in his works. However, it is possible to see that he is a scholar who appreciates the hadith / sunnah, who internalises it and who accepts it as a source of his philosophy.
Cenab-ı Hakkın insanlara ihsan ettiği en son hidayet kaynağı olan Kur’an-ı Kerim aslı ile korunan tek mukaddes kitap, insanlığı kurtuluşa erdirecek ahkam, ilim, irfan, hikmet ve hidayet ...rehberidir.Esma-i ilahiyeden olan mü’min veya el-mü’min kavramı emniyet veren, emin kılan yani kullarına güven veren, onları koruyan, huzura kavuşturan Rabbimizin isimlerindendir. Mü’min Allah’ın birliğine, İslam’ın bütün hükümlerine içten inanan, inandığı bu esasları pratiğinde ortaya koyan ve bu yolda yaşayarak diğer insanlara ulaştırmaya çalışan, mücadele eden kişidir. İmanın veya mü’min olmanın temel esası Allah’ın sevgisini kazanmak, Allah’a karşı duyulan muhabbeti ve aşkı idrak etmektir. Allah’ın sevgisini idrak etmenin göstergesi ise mü’minin davranışlarıyla ve kendisini ispatlamakla ortaya çıkar. Mü’min bir kişinin davranışları Kur’an’ın emrettiği şekilde, iman edip salih amellerde bulunmasıyla oluşur. Nitekim bunun apaçık delili Asr suresinde bir mü’minde bulunması gereken özellikleri ortaya koymakta ve bu özellikleri icra edenlerin zarardan kurtularak müjdelenecekleri haber verilmiştir.Allah Teâlâ mukaddes kitabımızda kullarının okuyarak, düşünerek ve anlayarak yapmaları için Kur’an-ı Kerim’de mü’minlerle alakalı birçok yerde deliller getirmiştir. Yani Allah (c.c.) amellerin yalnız kendisiyle kabul olduğunu veya mü’min kişilere vaat edilen mükâfatların onunla gerçekleşeceği konusunda iman etmenin sırlarını açıklamıştır.Biz bu çalışmamızda Kur’an-ı Kerim’de imanla ilgili veya mü’minlerle ilgili ayetlerde geçen bazı kavramlardan hareketle, mü’minlerin yapması gereken ve uzak durmaları gereken davranışları; iman edip salih amel işleyenlerin bu dünyada yaptıklarının karşılığında nelere ulaşacakları, bununla beraber ahiret yurdunun nimetleriyle mükâfatlanacakları noktaları tespit etmeye çalıştık.Çalışmamızın Müslümanlar için Kur’an ve sünnet ölçülerine uyarak yaşayanlara vaatlerinin keşfedilmesi ve onlardan istifade edilmesi yolunda küçük bir katkı olacağını ümit etmekteyiz.
Nesilden nesile aktarılan sözlü kaynaklar hem sosyal hem de tarihi açıdan çok önemli bir yere sahiplerdir. Ancak bu kaynkalar zamanla değişebilir veya unutulabilir. Nesilden nesile yazılı olarak ...aktarılan kaynaklar ise daha kolay korunabilir ve zamana karşı daha dayanaklıdır.Kur'an-ı Kerim zaman ve mekana bağımlı olmayan evrensel ve kutsal bir kitaptır. Sosyologlara, psikologlara ve toplum her ferdine her zaman ve her mekanda hitap etmektedir. Herkes ne aradığını bu kutsal kitapta bulabilir ve ondan faydalanabilir.Balkanlardaki İslam dini, Osmanlı döneminde hızlı bir şekilde yayılmıştır. Arnavutların islamlaşması süreci oldukça hızlı ve devamlı bir şekilde gelişmiştir. Arnavutların İslamlaştırılmasını etkileyen faktörler siyasi, ekonomik, sosyal ve psikolojik nitelikteydi.Arnavutlar Kur'an-ı Kerim'in kurallarına göre yaşamakla birlikte onu Arnavutçaya da tercüme ettiler.Bu tez çalışmasında Arnavutça tevcit kitapları, Arnavutça Kur'an-ı Kerim tercümeleri ve Kur'an-ı Kerim'in tamamı ve bazı süreleri Arnavutça tefsir edildiği kitaplar değerlendirilmiştir.
Bu çalışmada cihad konusu Kur’ân merkezli olarak ele alınmıştır. Araştırmamızda Kur’ân’ın cihada yaklaşımı ve Hz. Peygamber’in cihadı uygulaması detaylı bir şekilde incelenmiştir. Çalışma, giriş, iki ...bölüm, değerlendirme ve sonuçtan oluşmaktadır. Giriş’te araştırmanın konusu, amacı, önemi, yöntemi ve kaynakları hakkında bilgi verilmiştir.Birinci bölümde cihadın semantik analizi yapılmıştır. Kur’ân’da anlatılan cihadın daha çok teorik yönü, dil analizi üzerinden ortaya konulmaya çalışılmıştır. Öncelikle cihad kavramının sözlük ve terim anlamı en ince ayrıntısına kadar verilmiştir. Cihadın semantik analizini yapabilmek için Cahiliye döneminde cihadın ne anlama geldiği incelenerek c-h-d kökünün Cahiliye şairleri ve Muhadram şairler tarafından nasıl kullanıldığı üzerinde durulmuştur. Ardından Kur’ân’ın Mekke ve Medine’de cihada ne anlam yüklediği ortaya konulmaya çalışılmıştır. Daha sonra cihad kavramı ile en fazla bağlantılı olan kavramlar ayrı ayrı ele alınmış, en son ulaşılan sonuçlar ise semantik analiz ışığında cihadın genel bir değerlendirmesi altında sunulmuştur.İkinci bölümde cihadın pratikte uygulaması, kimlere karşı yapıldığı ve sonuçları ele alınmıştır. Bu bölümde cihadın uygulaması bağlamında Kur’ân ve siyer birlikte değerlendirilerek, olgu-nass diyalektiği çerçevesinde kronolojik olarak cihad-tebliğ ilişkisi üzerinde durulmuştur. Cihadın kimlere, neye karşı yapıldığı, nasıl yapıldığı ve yapılması gerektiği incelenmiştir. Bu bölümün sonunda cihadın uygulamasında ortaya çıkan şehitlik, ganimet, fetih gibi sonuçları değerlendirilmiştir. Son olarak konuyla ilgili genel bir değerlendirme yapılmış ve sonuç kısmında çalışmamızda ulaştığımız bulgular değerlendirilerek verilmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de, farklı kavramlar yer almaktadır. Bu kavramlardan biri de c-h-d- kökünden türemiş olan "cihad"dır. Çaba ve gayret sarf etmek anlamına gelen cihad, İslam inancına göre nefs, şeytan ...ve düşman zulmüne karşı Allah yolunda mücadele etmek demektir. Benzer manada kullanılan "kıtal" sözcüğü ise Kur'an-ı Kerim'de "savaş" anlamında ele alınmıştır. Dolayısıyla cihad, kıtal anlamını da içine alan geniş kapsamlı bir kavramdır. Bu kavramlara dikkat çeken müfessirlerden biri de Fî Zılâli'l-Kur'an (Kur'an'ın Gölgesinde) isimli tefsirin müellifi Seyyid Kutub'dur (ö.1966).Seyyid Kutub, İslam coğrafyasında itibar gören ve yazdığı eserler bakımından hala etkisi olan önemli bir şahsiyettir. Onun yaşamış olduğu dönemde, müslümanların yeterli bir güce ulaşamaması ve İslam toplumunun sıkıntılar çekmesi, tefsirinde bu konu üzerinde yoğunlaşmasını etkili kılmıştır. Çünkü o, müslümanların buhran içinde olmasını Kur'an'ın yeterince anlaşılmadığına ve hükümlerinin yeterince tatbik edilmediğine bağlamaktadır.Seyyid Kutub; bütün boyutlarıyla birlikte cihadı, hayatın her alanında yer bulması gereken bir mücadele olarak görmektedir. Fakat o, yaşadığı dönemdeki müslümanların durumuna baktığında İslam'ın yeniden ilk günkü gibi yaşanması gerektiğini ifade etmiş; belirli bir İslâmî olgunluğa ve kuvvete eriştikten sonra ancak savaş boyutuyla cihadın gerekli olabileceğini ifade etmiştir.Bununla birlikte bazı müsteşrikler cihadı kastederek; İslam'ın bir savaş dini olduğu ve onun kılıç zoruyla yayıldığı iddiasını taşımaktadırlar. Hatta cihadla ilgili olarak; bütün insanların müslüman oluncaya kadar devam edeceği silahlı bir mücadele olduğu konusunda bir algı oluşturmaktadırlar. Bu yüzden Ortadoğu İslam coğrafyasında yer alan bazı terörsel faaliyetleri de buna dayandırmaktadırlar. Dolayısıyla bu çalışmada; Seyyid Kutub'un, Kur'an-ı Kerim'de geçen cihad/kıtal ayetlerini tefsir etmesinin bu şekilde yorumlanıp yorumlanamayacağı ve Ortadoğu'da kaleme alınmış bir eser olan Fî Zilâl'il Kur'an'da, bu kavramların nasıl ele alındığı araştırılmak istenmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de, topluma ve bireylere zarar veren şeytan kavramı yer almıştır ve bu, halkın dikkatini fazlasıyla çekmiştir. Bu çalışmada, Kur'ân-ı Kerim'deki şeytanın konusu karşılaştırmalı olarak ...incelenmiş ve çalışılmıştır. Kitâb-ı Mukaddes ve Kur’ân’da; başkaldırının, isyanın, yoldan çıkmışlığın, kötülüğün, fesadın, kısacası bütün olumsuzlukların ilişkilendirildiği müşahhas bir varlık olarak yer almaktadır. Eski Ahit’te şeytan Tanrı tarafından insanları imtihan etmenin bir aracı olarak yaratılan, suçlayıcı, iftiracı ve düşman gibi rolleri bulunan bir varlıktır. Daha sonraları ise Tanrı’nın rakibi olmuştur. Yeni Ahit’te Tanrı’ya isyan edip huzurdan kovuluncaya kadarki süreçte iyi bir melek olarak tasvir edilmiştir. İsyanının ardından huzurdan kovulmasıyla birlikte kötü karakterli şeytan meleğe dönüşmüştür. Kur’ân’a gelince, İblis, ateşten yaratılan bir cindir ve yaratılış bakımından meleklerden farklı bir kategoride yer almaktadır. Şeytan, üç dinde de insanın huzur ve mutluluğuna engel olmaya çalışan varlık olarak merkezî bir konuma sahiptir