U radu se prezentiraju novi originalni fontovi za digitalno korištenje različitim programima. Dat je osvrt na radove koje su studenti sami izradili iz prvotnog nacrta slovnih znakova. Od izrađenih ...radova izabrana su dva fonta koja su nam poslužila kao primjer zato što su različitog izgleda, uspješno su završeni, operativni su te sadrže sve slovne znakove uključujući i dijakritičke znakove hrvatskog jezika. Navedeni novi fontovi nalaze se u kategoriji individualiziranog rukopisnog oblika. Procedura izrade slovnog znaka data je u radu, a klasifikacijom se odredilo postojanje serifa, debljina linije, nagib, odnosi veličina pismovne linije naspram četverca te odnos prema vertikali. Određena je čitljivost fontova za korištenje pri većim količinama tekstova te njihova funkcionalnost kod manje količine teksta, kod naglašavanja riječi i kod pisanja naslova. Utvrđeno je gubi li se kontekst ili važnost informacije pri korištenju ovih fontova zbog njihovog izgleda ili vizualnog dojma koji se ostavlja načinom na koji su dizajnirani, a samim time je određena i njihova namjena.
Bilgi sosyolojisi, bir düşünce tarihi metodolojisi olarak fikir ürünlerinin toplumsal ve siyasal yapının şekillenmesindeki etkilerini sosyal bilim perspektifiyle ele alarak onları bilimsel ...araştırmaların konusuna dönüştüren, böylece toplumsal ve siyasal düşünce tarihi araştırmaları için oldukça zengin bir arka plan okuması yapma fırsatı sunan teorik bir disiplin olarak ifade edilebilir. Türkiye'de bahse konu arka plan okumasından ilk yararlanan sosyal bilimcilerin başında Şerif Mardin gelmektedir. Bu çalışma; toplumsal ve siyasal süreçleri fikir tarihi ve tahlilleri üzerinden ele alan Mardin'in bilgi sosyolojisi perspektifine dair bir deǧerlendirmeyi içermektedir. Çalışma, veri analiz yöntemi olarak doküman analizine dayanmaktadır. Çalışmanın amacı, bilgi sosyolojisi metodolojisini açıklayarak Mardin'in bilgi sosyolojisi perspektifine ilişkin açıklayıcı bir çerçeve oluşturmaya çalışmaktır. Dolayısıyla çalışma, bilgi sosyolojisi disiplinin neye karşılık geldiǧi, Mardin'in bilgi sosyolojisi perspektifinin arka planı ve neleri içerdiǧi, bu arka planın Mardin'in Türkiye'nin düşünce tarihine ilişkin tahlillerine ne ölçüde katkı sunduǧu sorularına yanıt aramaktadır.
Ahmet Cevdet Paşa (öl. 1312/1895) tarih ve hukuk alanlarında öne çıkmakla birlikte edebiyat, siyer ve tefsirle ilgili eserler de vermiş önemli bir Osmanlı âlimidir. Hayatının sonuna doğru kısa ...açıklamalı bir Kur’ân tercümesi yapmaya başlamış ancak bu çalışması Bakara sûresi ile sınırlı kalmıştır. Terceme-i Şerîfe adını verdiği bu çalışmasına paralel olarak daha ayrıntılı açıklamalar gerektiren kelime ve ıstılahlar için Lâḥika-i Şerîfe ismiyle bir Kur’ân lugatçesi hazırlamıştır. Tabii olarak bu da Bakara sûresinin sonuna kadar devam edebilmiştir. Cevdet Paşa’nın vefatından sonra kitapları kızı Fatma Aliye Hanım’a (öl. 1936) intikal etmişti. Maʿârif Kütüphânesi müdürü Nâci Kāsım (öl. 1963) Lâḥika-i Şerîfe ile Terceme-i Şerîfe’nin birinci cüz’ünü ondan alarak bunları aynen iade edeceğine dair bir senet vermiş, daha sonra birinci cüz’den sadece Muḳaddime ile Lâḥika-i Şerîfe’yi Büyük Türk Âlimi Cevdet Paşa merhûmun lüġāt-i Ḳurʾâniye ḥaḳḳında lâḥika-i şerîfesini hâvî tercemeli Ḳurʾân-ı Kerîm (İstanbul: 1927) adlı eserde neşretmiştir. Muḳaddime’yi kitabın başına Lâḥika-i Şerîfe’yi de sonuna koymuş olması bazı insanları yanıltmış, meâlin tamamen Cevdet Paşa’ya ait olduğunu düşünmelerine sebep olmuştur. Süleyman Tevfîk bu iki eseri 1928’de el-Beyân fî ʾâyâti’l-Ḳurʾân isimli tercümesiyle birlikte yeniden basmıştır. Terceme-i Şerîfe ise herhangi bir yerde basılmamıştır. Emine Armağan, yakın zamanlarda Cevdet Paşa’nın Terceme-i Şerîfe’yi yazdığı defterleri bularak neşretmiş, orada Muḳaddime ve Lâḥika-i Şerîfe’den bahsetmiş, bunların sayfalarını küçük resimler hâlinde basmış ancak onları Latinize ederek yayınlamamıştır. Bu makalede Muḳaddime ile Lâḥika-i Şerîfe Latinize edilerek Terceme-i Şerîfe’yle karşılaştırılmış, tercümenin ilgili kısımları dipnotlarda gösterilmiştir. Böylece yazma hâlindeki tercümenin lügatçe ile ne kadar uyumlu olduğu ve müellife nispetinin sıhhat derecesi tespit edilmeye çalışılmıştır. Ayrıca lügatçenin Osmanlıca neşrinde yer alan çok sayıdaki hata da tashih edilmiştir. Cevdet Paşa Muḳaddime’de Allah’ın varlığının zorunlu, Rasûlü’nün ümmî ve emîn, insanların temel bilgi kaynağının da vahiy olduğuna dikkat çeker. Kur’ân’ın nüzul, tebliğ ve metinleşme sürecini özetler. Ulûmu’l-Kur’ân’la ilgili konulara kısa kısa temas eder. Buradan Kur’ân’ın mucize oluşuna geçen Cevdet Paşa, kelâm-ı ilâhînin kadîm oluşundan ve tehaddîden bahseder. Cevdet Paşa Kur’ân’ı anlamak için Arap dilini çok iyi derecede bilmek gerektiğini ve onun başka bir dile hakkıyla tercüme edilmesinin mümkün olmadığını vurgular. Ancak Arapça bilmeyenlere ilk manalarını sathî bir şekilde anlatmak için tercüme edilebileceği görüşündedir. Cevdet Paşa’nın Muḳaddime’si gayet vecizdir. Önemli konuları birer cümleyle özetleyip geçmiştir. Cevdet Paşa Terceme-i Şerîfe’yi yazarken birebir tercüme edilmesi mümkün olmayan çok anlamlı kelime ve ıstılahları aynen bırakmış, bunların geniş izahlarını tefsir kısmına ve Lâḥika’ya havale etmiştir. Cevdet Paşa’nın Lâḥika-i Şerîfe’si ise herhangi bir Kur’ân lugatının tercümesi değil, tamamen orijinaldir. O bir kelimenin farklı âyetlerde ifade ettiği manaları bir araya getirmiş, kelimelere verdiği anlamları seçerken çok titiz davranmıştır. Kaynaklardaki uzun bilgileri sade, veciz ve akıcı bir üslupla özetlemiştir. Kelimelerin tertibinde Kur’ân’da kullanılan kalıpların ıstılahlaşmış hâlini esas almıştır. Kelimenin lugat anlamı yanında zaman zaman hangi kökten türediğini, veznini, müfred ve cemʿini, ism-i fâʿilini, ism-i mefʿûlünü, ism-i mekânını, mukābilini/zıddını, lugat vecihlerini, farklı kıraatte ifade ettiği anlamı ve ıstılah manasını zikretmiştir. Esmâ-i Hüsnâ’dan ise onu özellikle belirtmiştir. Bir kelimenin Allah Teâlâ için kullanıldığında ne anlama, insanlar için kullanıldığında hangi anlama geldiğini söylemiştir. Az da olsa fıkhî hükümlere temas etmiştir. Cevdet Paşa, genel okuyucuyu ilmî ihtilaflar, felsefî tartışmalar ve edebî tahlillerle yormadan halkın bilmesi gereken en lüzumlu konuları açık bir dille ifade etmiştir. Cevdet Paşa eserinde herhangi bir kaynağa atıfta bulunmamış ve rivayetlerin senedini zikretmemiştir. Araştırmalarımız neticesinde onun Zemahşerî (öl. 538/1144), Râzî (öl. 606/1210), Kurtubî (öl. 671/1273) ve Beydâvî’nin (öl. 685/1286) tefsirlerinden istifade ettiğini, bilhassa Râzî ve Beydâvî’yi daha çok kullandığını tespit ettik. Lâhika-i Şerîfe’deki kelimelerin açıklamalarıyla el-Müfredât, Umdetü’l-huffâz ve Besâir gibi meşhur Kur’ân lugatlarının açıklamaları arasında bir takım benzerlikler olduğunu gördük. el-Büstânî’nin (öl. 1301/1883) Muhîti’l-muhît (Beyrut: 1286) isimli Arapça lugatini kullandığını tespit ettik. Cevdet Paşa’nın iki dili de iyi bilmesi ve ilmî kariyerinin zirvesindeyken bu eserleri yazması, Kur’ân kelimelerine son derece isabetli ve orijinal karşılıklar vermesini sağlamıştır.
Şerif Mardin ve Nilüfer Göle, Türk sosyolojisinde referans değeri yüksek ve yankıları hâlâ devam eden izler bırakmıştır. Türk modernleşmesini anlama ve anlamlandırma girişimleri ve ortaya koydukları ...perspektif söz konusu olduğunda iki ismin yaklaşımlarıyla ilgili literatüre göz ardı edilemeyecek katkılar sundukları söylenebilir. Kullandıkları kavramlar, söylemler, ortaya koydukları kurgular, Türk modernleşmesinin nirengi noktalarına dair vurgular, mikro ve makro teorik yaklaşımlar iki düşünürü bazı noktalarda birbirlerine benzer kılarken bazı noktalarda da farklılaştırmaktadır. Bu çalışma; siyasal, tarihsel ve sosyo-kültürel analizleri ile ön plana çıkan iki öncü ismin Türk modernleşmesini tasvirine ilişkin kurgularının, kullandıkları “söylem”ler ekseninde karşılaştırmalı olarak incelenmesini amaçlamaktadır. Bu çerçevede literatür taramasından istifade edilmiştir. Çalışma iki ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde iki düşünürün Türk modernleşmesi kurgularının temel yapı taşı olan kavramlar ele alınmıştır. Ardından Türk modernleşmesinin genel kuramsal çerçevesi iki düşünürün karşılaştırılması suretiyle ortaya konulmaktadır. İkinci bölümde ise iki düşünürün ön plana çıkan söylemleri ekseninde Türk modernleşme kurguları karşılaştırılarak tasvir edilmektedir. Merkez-çevre ayrışmasının, tarihî ve sosyo-kültürel sürekliliklerin, “ulus-devlet” çatısı altında bütünleşmenin, tepeden inmeci ve projelendirilmiş bir siyasî yapının vurgulandığı bir kurguyla karşılaşılmaktadır. Aynı zamanda bu unsurlarla “din” olgusu arasındaki çok boyutlu ilişkinin yansımaları ilgili söylemler çerçevesinde ortaya konulmaktadır. İki düşünürün de Türk modernleşme deneyimi kurgularında “din” olgusunu başat bir unsur olarak nitelendirdikleri sonucuna ulaşılmaktadır. Diğer unsurların ise bu nitelendirmeyi destekleyici mahiyette olduğu tespit edilmiştir.
Şerif Hidayetullah Devlet İslam Üniversitesi Endonezya’nın en eski ve en meşhur üniversitelerinden biridir. “Endonezya’nın İslam Penceresi” olarak kabul edilmektedir. Yarım asır boyunca bilim, ...kültür, sanat gibi alanlarda önemli katkılarda bulunan, ulusal kalkınma ve toplumsal refahı arttırmayı amaçlayan bir kurumdur. Şerif Hidayetullah Üniversitesi tarihi süreçte birkaç merhaleden geçerek günümüzdeki kalitesini ve verimliliğini yakalamıştır. Bu çalışmada kuruluşundan günümüze kadar söz konusu üniversite bünyesinde tamamlanan tefsir ile alakalı doktora tezlerinin tasnif ve analizi yapılmıştır. İlk dönem tefsir çalışmaları, Endonezya’nın kültür kodlarıyla ve tarihi geçmişiyle paralellik arz etmektedir. Endonezya’da 2000’li yılların başında demokratik ve reform hareketlerinin başlamasıyla Şerif Hidayetullah Devlet İslam Üniversitesi yeniden öğrenci yetiştirmeye başlamış, buna bağlı olarak tefsir çalışmaları gittikçe zenginleşmiştir. Tespitlerimize göre 1988-2021 yılları arasında 185 adet doktora tezi çalışması yapılmıştır. Bunların birçoğu doğrudan tefsir ile alakalı iken birkaçı Arap dili, kelam gibi alanlarda yapılmasına rağmen tefsir ile ciddi irtibatları bulunmasından dolayı tefsir çalışmalarına dâhil edilmiştir. Muhteva açısından tezlerin şahıs, eser, kavram, tarih, dil, kıraat olmak üzere altı başlık altında toplanılması mümkündür. İslamilik (Keislaman), bilimsellik (Keilmuan), Endonezyalılık (Keindonesiaan), evrensellik (Globalisme) olmak üzere dört esası benimseyen üniversite, Endonezce tefsir literatürüne sağladığı katkıyı sürdüreceği anlaşılmaktadır. Bu anlamda Endonezya’nın en önde gelen yükseköğretim kurumu olan Şerif Hidayetullah Devlet İslam Üniversitesi’nde doktora programında yapılan akademik tefsir çalışmalarının Türkiye’de tanınması ve tanıtılmasının alana katkı sağlayacağı düşüncesiyle bu çalışma yapılmıştır.
Hicrî IV. asır hilafet merkezi Bağdat’ın siyasî ve askeri açıdan sıkıntılar yaşadığı bir zaman dilimidir. Büveyhî sultanlarının desteklediği Şîa mezhebi güç kazanmakta, Kerh mahallesi dışında yeni ...Şiî bölgeleri oluşmaktadır. Bu durum Ehl-i sünnet müslümanları ciddi şekilde endişelendirmekte, bazen iki taraf arasında binlerce insanın öldüğü vahim hadiseler meydana gelmektedir. Şîa’nın Bağdat’ta gücünü artırdığı bu dönem, aynı zamanda dört temel hadis kaynağının da Bağdat’ta tamamlandığı devredir. Şîa’nın önemli âlimlerinin birçoğu bu zaman diliminde yetişmiştir. Bu dönemde Şîa’nın yetiştirdiği âlimlerden olan Şerîf er-Radî (359/970-406/1015) Nehcü’l-belâğa, Mecâzâtü’l-Kur’ân ve el-Mecâzâtü’n-nebeviyye isimli eserleriyle tefsir, hadis ve belâğât alanlarında tanınmakla birlikte aynı zamanda meşhur bir şairdir. Radî Abbasi halifeleri ve Büveyhî sultanları ile iyi ilişkiler kurmuş, hatta bir dönem halife olma arzusuna da kapılmıştır. Makalede Şerîf er-Radî’nin hayatı kısaca yaşadığı dönem ve hadisçiliği ele alınacaktır.
İslâm’ın beş farz ibadetinden biri olan hac, dünyanın çeşitli bölgelerinden Müslümanların her sene Hicaz’a yolculuk yapmasına neden olmaktadır. Osmanlı döneminde de hac yolculuğu, 19. yüzyılın ikinci ...yarısına kadar kara yoluyla gerçekleşmiştir. Bu dönemden itibaren deniz yolu-nun kullanılmaya başlaması ise kara yolculuğunu tamamıyla bitirmemiştir. Dolayısıyla aylar süren kara yolculuğu epey meşakkatli olduğundan hac organizasyonun eksiksiz tamamlanması oldukça önemliydi. İstanbul’dan hareket eden hac kervanının surre mahmili ile birlikte hareket etmesi bu yolculuğu daha da önemli kılmaktaydı. Genellikle receb ayının on ikisinde törenler eşliğinde saraydan çıkarılan surre mahmili öncelikle Üsküdar’a geçerdi. Burada birkaç gün bek-letildikten sonra hacılarla birlikte tekrar yola koyulurdu. Surre emininin refakatinde bulunan hacılar, Üsküdar Ayrılık Çeşmesi’nden hareketle Eskişehir-Akşehir-Konya-Adana-Antakya-Haleb-Hama istikametini takip ederek Şam’a ulaşırlar ve burada diğer memleketlerden gelen Müslümanlarla buluşurlardı. Yolculuğun Şam-Hicaz hattında bulunan urban tehlikesi, hacılar için çok büyük bir tehditti. Hacıların yanlarında bulunan eşyalarını gasp ederek onları katleden ve develeri ile nakit paralarını çalan urban eşkıyasının hac yolculuğunu zora soktuğuyla ilgili merkez yönetime sürekli şikâyet başvurusunda bulunulmuştur. Urbanın bu saldırıları, doğal olarak bu güzergâh için alınması gereken tedbirleri daha da mühim kılmıştır. Bu kapsamda urban saldırılarını önlemek maksadıyla hac kervanına refakat etmeleri için kendilerine surre-den pay ayrılmıştır. Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın ikinci yarısında hac organizasyonunda birçok düzenleme gerçekleştirmiştir. Bunlardan biri doğrudan organizasyon için kullanılan terimin değiştirilmesidir. Bu dönemden itibaren surre mahmili ile birlikte Şam’dan hareket eden hac kafilesi için “mevkib-i hacc-ı şerif” terimi kullanılmaya başlanmıştır. Mevkib-i haccın özellikle Şam-Hicaz güzergâhındaki gidiş ve dönüş hareketleri Osmanlı Devleti tarafından anbean takip edilmiştir. Yerel yöneticiler ve hac görevlileri tarafından mevkib-i haccın konumuyla ilgili mer-keze gönderilen haberler, aynı zamanda o senenin haccıyla ilgili önemli bilgileri de içermekte-dir. Mevkib-i hacc-ı şerifin hac yolculuğuna refakat eden birçok görevli bulunmaktaydı. Bu görevliler arasında mevkib-i hacc-ı şerif muhafızı, müjdeci/mübeşşir ve mukavvimler, 19. yüz-yılın ikinci yarısında gerçekleştirilen düzenlemelerden doğrudan etkilenmişlerdir. Mevkib-i hac muhafızlığı, yaklaşık on iki asırlık bir geçmişe sahip hac emirliğinin 19. yüzyıldaki kademeli dönüşümünün son şeklidir. Hac organizasyonunda kadim geçmişe sahip bu uygulamada böyle bir değişikliğe gidilmesinin sebebi ise Osmanlı Devleti’nin hac masraflarını azaltmaya çalışma-sıdır. Bu kapsamda mevkib-i hac muhafızlığının kurulmasının ardından ihtiyaç duyulmayan emîrü’l-hac kaymakamlığı surre emanetine bağlanmıştır. Aynı şekilde mevkib-i hac muhafızlığı ise 1865’de kilâr-ı hac emanetiyle birleştirilmiştir. Yaklaşık yarım asır Şam-Hicaz hattında hacı-ların güvenliği ile urban surresinin dağıtımında sorumlu olan mevkib-i hac muhafızlığı 1908’de Hicaz demiryolu hattının tamamlanmasının ardından ihtiyaç duyulmadığı gerekçesiyle ilga edilmiştir. Hac masraflarının azaltılmasına yönelik düzenlemelerden etkilendiği tespit edilen diğer mevkib-i hac görevlileri ise müjdeci ve mukavvimlerdir. Bu doğrultuda müjdecilik görevi mübeşşirliğe dönüşmüştür. Ancak öteden beri Osmanlı sarayındaki baltacılara ve diğer bazı saray görevlilerine verilegelen müjdecilik, bu kişilerin hacca gidebilmeleri için ilga edilmemiş-tir. Hacıların nakliye işlerini yürüten mukavvimlik görevinin ise yapılan düzenlemelerle itibarı artırılmış ve mevkib-i hac muhafızları mukavvimler arasından atanmıştır. 19. yüzyılın ikinci yarısında mevkib-i haccın güvenli bir şekilde yolculuğunu tamamlaması için atılan adımlar arasında dikkat çeken diğer bir husus ise alınan sağlık tedbirleridir. Nitekim 19. yüzyılda kolera salgınına karşı verilen mücadele, hac organizasyonunda karantina merkezlerinin kurulmasına ve mevkib-i haccın buralarda karantinaya alınmasına neden olmuştur.
Hajj, which is one of the five religious duties of Islam, requires Muslims from various parts of the world to go to Hejaz every year. In the Ottoman period, the pilgrimage took place by land until the second half of the 19th century. Since this period, the use of the sea route did not comp-letely end the land voyage. It was very important to complete the hajj organization in full, as the land travel that takes months was quite grueling. The fact that the pilgrims departing from Is-tanbul acted together with Surra made this journey even more important. Usually, the Surra, which was taken out of the palace with ceremonies on the 12th of the month of Rajab, would first go to Uskudar. After waiting here for a few days, it would continued on its journey with the pilgrims. The pilgrims, accompanied by the one who is in charge of taking Surra to Hejaz, would reach Damascus by following the direction of Eskisehir-Aksehir-Konya-Adana-Antakya-Haleb-Hama, departing from Uskudar Ayrilik Fountain and they would meet the Muslims coming from other countries here. The bandit danger of the journey on the Damascus-Hejaz line was a great threat to the pilgrims. Constantly complaints were made to the central government that the ban-dits, who robbed the pilgrims’ belongings, murdered them and stole their camels and cash, ma-de the pilgrimage difficult. These attacks of the bandits naturally made the measures to be taken for this route even more important. In this context, a portion of the Surra was given for them to accompany the pilgrimage caravan in order to prevent bandit attacks. In the second half of the 19th century, the Ottoman Empire made many arrangements for hajj organization. One of these is to directly change the term used for this organization. From this period, the term “mawkib al-hajj al-sharif ” was used for the pilgrimage caravan that departed from Damascus with the Surra. The departure and return movements of the mawkib al-hajj, especially on the Damascus-Hejaz route, were followed by the Ottoman Empire moment by moment. The news sent to the center by local administrators and pilgrimage officials about the location of the pilgrimage also inclu-des important information about the pilgrimage of that year. There were many officials accom-panying to the mawkib al-hajj al-sharif. Among these officials, the guard of mawkib al-hajj, the mubashshir (bearer of good tidings) and the mukavvim were directly affected by the regulations made in the second half of the 19th century. The guard of mawkib al-hajj is the last form of the gradual transformation of the pilgrimage emirate, which has a history of nearly twelve centu-ries, in the 19th century. The reason for making such a change in this practice, which has an ancient history in the hajj organization, is the effort of the Ottoman Empire to reduce the costs of the pilgrimage. In this context, after the establishment of the guard ofmawkib al-hajj, the Amir al-Hajj district governorship, which was not needed, was attached to the Surra Emaneti. In the same way the guard of mawkib al-hajj was combined with the Kilâr al-Hajj Emaneti in 1865. The guard of mawkib al-hajj, which was responsible for the safety of the pilgrims and the distri-bution of the bandit surra on the Damascus-Hejaz railway line for nearly half a century, was abolished on the grounds that it was not needed after the completion of the Hejaz Railway line in 1908. Other officials, who were found to be affected by the regulations aimed to reduce the costs of pilgrimage, are mujdeci and mukavvim. In this direction, mujdeci has turned into mu-bashshir. However, the mujdecilik, which had been given to the halberdiers and some other palace officials in the Ottoman palace for a long time, was not abolished so that these people could continue to go to the pilgrimage. The prestige of mukavvim, which carries out the trans-portation of the pilgrims, was increased with the arrangements and the position of pilgrimage guards were appointed from the mukavvim. In the second half of the 19th century, another re-markable point for the mawkib al-hajj to complete its journey safely is the health measures. As a matter of fact, the struggle against the cholera epidemic in the 19th century led to the establish-ment of quarantine centers in the hajj organization and to quarantine the mawkib al-hajj there.
I. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin desteğiyle Osmanlı Devleti’ne isyan eden Mekke emiri Şerif Hüseyin, hayatının önemli bir bölümünü İstanbul’da geçirmiştir. Bu durum, kendi isteğiyle değil, Sultan ...II. Abdülhamit’in onu çağırmasına bağlı olarak gerçekleşmiştir. İstanbul’da doğan ve sonrasında Hicaz’a dönen Şerif Hüseyin, II. Abdülhamit’in isteği üzerine 1892 yılında İstanbul’a gelerek Şura-yı Devlet üyesi olmuştur. 16 yıl İstanbul’da kalan Şerif Hüseyin, 1908 yılında Mekke emiri olarak atanmıştır. Bu çalışmada, Şerif Hüseyin’in İstanbul’a çağrılma sebebi, burada geçirdiği yıllar, kişiliği ve Mekke emiri olarak atanma süreci ele alınacaktır. Böylece Hicaz’ın Osmanlı hakimiyetinden çıkmasıyla sonuçlanan Şerif Hüseyin isyanına giden süreç daha iyi anlaşılabilecektir.
Türkiye’de sekülerleşme süreçlerine devletin müdahil olmasının o süreçleri seçkinci bir yola sokarak kalıcılaşmalarını önlediği tezi sıklıkla dile getirilir. 1940’lardaki bir devlet ediminin iki ...kültürel üretim alanını (şiir ve roman) nasıl etkilediğini ele alan bu makale, sekülerleşmeyle ilişkisi olmayan bu edimin birbirine çok benzeyen bu iki alanın insan sermayesini farklı şekillerde değiştirerek sekülerleşme süreçlerini farklı yönlere soktuğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, anılan tezin temel bir dayanağı olan devletin sekülerleşme süreçlerinden elini çekmesinin mümkün olduğu varsayımını tartışmaya açmakta ve devletin “karar değişkeni” olmaktan çıktığı, sivil toplum ve toplumsal sermaye perspektifli bir sekülerleşme kuramının öneminin altını çizmektedir.